29 Temmuz 2015 Çarşamba

TANRI'NIN SÖZÜNE SAYGI DUYMAK VE ONDAN KORKMAK

 Katedralsiz bir dünyada yaşamak istemem. Onların güzelliğine ve görkemine ihtiyacım var. Dünyanın sıradanlığına karşı ihtiyacım var bunlara. Başımı kaldırıp kiliselerin ışıl ışıl camlarına bakmak istiyorum, uhrevi renklerinden gözlerim kamaşsın istiyorum. Onların pırıltısına ihtiyacım var. Üniformaların kirli tek tip rengine karşı o pırıltıya ihtiyacım var. Kiliselerin keskin serinliği beni sarsın istiyorum. Oradaki zorunlu sükunete ihtiyacım var. Kışla avlusundaki ruhsuz haykırmalara ve partinin pasif üyelerinin keyifli gevezeliklerine karşı ihtiyacım var bu sükunete. Orgların hışırtısını, uhrevi seslerin selini dinlemek istiyorum. Bando müziğinin cırlak gülünçlüğüne karşı org sesine ihtiyacım var. Dua eden insanları seviyorum. Onlara bakmaya ihtiyaç duyuyorum. Yüzeyselliğin ve düşüncesizliğin tehlikeli zehrine karşı ihtiyacım var bu bakışa. İncil’deki güçlü kelimeleri okumak istiyorum. Onlardaki şiirin ulvi gücüne ihtiyaç duyuyorum. Dilin ihmal edilmesine ve sloganların diktatörlüğüne karşı ihtiyacım var bu güce. Bunlar olmadan bir dünya içinde yaşamak istemeyeceğim bir dünya olurdu.

  Ama yaşamak istemediğim bir başka dünya daha var: Bedenin ve bağımsız düşüncenin kötülendiği, başımıza gelebilecek en iyi şeylerin günah diye damgalandığı bir dünya. Diktatörleri, gaddarları ve katilleri sevmemizin istendiği bir dünya, ister onların kanlı çizmeleriyle attıkları adımlar kulakları sağır edercesine sokaklarda yankılansın, ister kedi gibi sessizce, korkak gölgeler halinde sokaklardan gizlice süzülsünler ve parlayan çeliği kurbanlarının kalplerine onları diktatörün elinde hamur haline getirmek içindir, getirsinler ki diktatörlere, gerekirse silahla arkadan saplasınlar. Kilise de vaaz verenlerin, dünyadaki insanlardan bu yaratıkları bağışlamalarını, hatta sevmelerini istemleri, dünyadaki en garip şeylerden biridir. Bunu gerçekten yapabilecek biri çıksa bile: Benzeri olmayan bir gerçek dışılık ve kendini acımasızca inkar sayılırdı bu, bedeli bir sakatlık olurdu. Şu emir, düşmanını sev diyen emir, şu delice, anormal emir, insanların gücünü çökertmek bütün cesaretlerini ve özgüvenlerini kırmak ve karşı koyma gücünü bulamasınlar.

  Tanrı’nın sözüne saygı duyuyorum, çünkü sözlerindeki şiirsel gücü seviyorum. Tanrı’nın sözünden iğreniyorum çünkü onun gaddarlığından nefret ediyorum. Bu sevgi, güç bir sevgidir, çünkü kelimelerin aydınlatma gücüyle, kendini beğenmiş bir tanrının insanları boyunduruk altına almak için güçlü sözler kullanmasını birbirinden ayırmak zorundadır. Nefret de güç bir nefrettir, çünkü dünyanın bu yanında hayatın melodisine dahil olan kelimelerden nasıl nefret edebilir insan? Çocukluğumuzdan beri, saygının ne olduğunu sayelerinde öğrendiğimiz kelimelerden? Görünen hayatın, hayatın tamamı olmayabileceğini sezmeye başladığımızda, bizim için yol gösterici olan kelimelerden? Onlarsız şimdiki kendimiz olamayacağımız kelimelerden?

  Ama şunu unutmayalım: İbrahim Peygamber’den kendi oğlunu hayvan boğazlar gibi öldürmesini isteyen, kelimelerdir. Bunu okuduğumuzda öfkemiz ne olacak? Böyle bir tanrı hakkında ne düşünmeliyiz? Eyüb’ün elinden hiçbir şey gelmemesine ve hiçbir şey anlamamasına rağmen kendisiyle tartıştığını iddia eden bir tanrı hakkında? Onu böyle yaratan kimdi peki? Tanrı’nın birisini nedensizce felakete sürüklemesi, bir ölümlünün bunu yapmasından neden daha az haksızcadır? Eyüb şikayet etmekte haklı değil midir?

  Tanrı kelamındaki şiir öylesine etkileyici ki, her şeyi susturur, her itiraz zavallı bir havlayışa dönüşür. Bu yüzden, taleplerinden ve üzerimize yüklediği kölelikten bıkınca, İncil’i bir kenara koymak yetmez, onu atmak gerekir. İncil’den konuşan Tanrı, hayata yabancıdır, neşesizdir, bir insan hayatının geniş çemberini özgür bırakılırsa insan hayatının çizebileceği daireyi daraltıp bir tek noktaya, itaatin esnek olmayan noktasına indirgemek ister. Kahırdan çökerek, sırtımızda günahlarımızla, boyun eğişin ve günah çıkartmanın onursuzluğuyla kuruyarak, alnımıza çizili paskalya haçıyla yaklaşmalıyız mezarımıza, Tanrı’nın yanında geçirilecek daha iyi bir hayata dair, ama bin kez çürütülmüş umudumuzla. Ancak daha önce elimizden bütün sevinçlerimizi ve bütün özgürlüklerimizi çalmış birinin yanında durmak nasıl daha iyi olabilir?

  Ondan gelen ve ona giden sözlerin yine de çarpıcı bir güzelliği var. Kilisede çömezken nasıl da sevmiştim onları! Mihraptaki mumların ışığında nasıl da sarhoş etmişlerdi beni! Bu sözlerin her şeyin ölçüsü olduğu ne kadar da açıktı, pırıl pırıl ortadaydı. İnsanlar için başka sözlerinde önemli olduğunu nasıl da aklım almıyordu, bence o sözlerin her biri kınanacak bir gönül eğlencesi ve esas olanın kaybı anlamına geliyordu. Bir Gregoryen ilahisi duyduğumda bugün bile olduğum yerde dururum, eski esrikliğim yerini vazgeçilmez biçimde isyana bıraktığı için bir an kederlenirim. Sacrifium intellectus kelimelerini ilk duyduğumda içimde sivri dilli bir alev gibi yükselen bir isyana.

  Merak duymadan, soru sormadan, kuşkulanıp tartışmadan nasıl mutlu oluruz? Düşünmenin keyfine varmadan? Başımızı uçuran bir kılıç darbesine benzeyen o iki kelimenin anlamı, fikirlerimize zıt olsa da, hissettiklerimizi ve yaptıklarımızı yaşamak talebinden daha az değildir, kapsamlı bir şekilde ikiye bölünme talebidir o kelimeler, her mutluluğun çekirdeği olan şeyi, hayatımızın ruhsal bütünlüğünü ve uyumunu feda etme emridirler. Kürek mahkumu zincire vurulmuştur, ama canının istediğini düşünebilir. Oysa Tanrı bizden, köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif alarak yapmamızı talep ediyor. Bundan daha büyük alay mı olur?

  Her yerde hazır ve nazır olan yüce Tanrı’nın gözü gece gündüz üzerimizdedir, yaptıklarımızı, düşündüklerimizi her saat, her dakika, her saniye kaydeder, bizi asla rahat bırakmaz, bir saniye bile kendi başımıza kalmamıza izin vermez. Gizleri olmayan bir insan nedir? Kendisinin, sadece kendisinin bildiği düşüncelere ve arzulara sahip olmayan biri? İşkenceciler, engizisyon dönemindeki ve günümüzdeki işkenceciler bilirler: Kendi kabuğuna çekilmesini engelle, ışığı hiç söndürme, onu hiç yalnız bırakma, uyumasına ve sükunete izin verme: konuşacaktır. İşkencenin ruhumuzu çalması şu anlama gelir: Soluduğumuz hava kadar ihtiyaç duyduğumuz şeyi, kendimizle yalnız kalmamızı olanaksız kılar. Gemlenemez merakı ve uğursuz tecessüsüyle ruhumuzu, hem de ölümsüz olması gereken ruhumuzu çaldığını düşünmedi mi Yaradanımız, Tanrımız?

  Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu; Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. Böyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? Artık zamanı hesap etmemizin anlamı kalmazdı, hiçbir şeyi kaçırmazdık, acele etmemizin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün yada yarın yapmamız fark etmezdi, hiç fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğin karşısında hiçbir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı çünkü onu telafi etmek için zaman hep kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk, akan zamanın bilincinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?

  Bir duygu ikinci kez hissedilirse, aynı olamaz. Yeniden hissedildiğinin farkına varılmasıyla birlikte renk değiştirir. Sıklıkla gelirlerse ve çok uzun sürerlerse duygularımızdan bıkar, usanırız. O duygunun asla, hiçbir zaman sona ermeyeceğine emin olan ölümsüz ruhta müthiş bir bıkkınlık doğar, zapt edilemeyen bir umarsızlık büyür. Duygular gelişmek ister, bizde onlarla birlikte gelişmek isteriz. Eskiden oldukları biçimi reddettikleri için ve yeniden kendilerinden uzaklaşacakları bir geleceğe doğru aktıkları için şimdi oldukları gibidirler. Bu nehir sonsuzluğa aksaydı: İçimizde binlerce duygu doğardı, baştan sona görebileceğimiz bir zamana alışkın olduğumuz için hayal bile edemeyiz bunları. Ebedi hayattan söz edildiğini duyduğumuzda, bize neyin vaat edildiğini hiç bilmeyiz. Ebediyet içinde, avuntudan yoksun kendimiz olmak nasıl olurdu, kendimiz olmak gerekliliğinden günün birinde kurtulmak? Bunu bilmeyiz, bilmeyecek olmamız bir lütuftur. Çünkü bildiğimiz bir şey vardır: Bu ölümsüzlük cenneti cehennem olurdu.

  Ana güzelliğini ve korkutuculuğunu veren ölümdür. Zaman, yalnızca ölüm sayesinde yaşayan bir zaman olur. Yaradan, her şeyi bilen Tanrı, bunu neden bilmez? Neden bizi dayanılmaz ıssızlık anlamına gelmesi gereken ebediyetle tehdit eder?

  Katedralsiz bir dünyada yaşamak istemiyorum. Onların pencerelerinin pırıltısına, serin sessizliklerine, hükmedici suskunluklarına ihtiyacım var. Orgların borularına ve Tanrı’ya yakaran insanların kutsal dualarına ihtiyacım var. Sözlerin kutsallığına, büyük şiirin ulviliğine ihtiyacım var. Bütün bunlara ihtiyacım var. Ama özgürlüğe ve bütün gaddarlıklara karşı düşmanlığa duyduğum ihtiyaç da bundan az değil. Çünkü biri olmadan ötekinin hiçbir anlamı yok. Ve kimse beni seçmek zorunda bırakmasın.

Okuyucu notu : Okurken sanki kendim yazmışım kadar kendimi kaptırdığım bir mektup.
Pascal Mercier'in Lizbon'a Gece Treni Kitabından alınmış ve paylaşılmıştır...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder