26 Ağustos 2015 Çarşamba

BİRAZ MİDE BİRAZ BEYİN

    Kitaplar, yaşayarak ya da gözlemleyerek edindiğimiz deneyimlerin renginin tonlarıyla veya dikliğinin ve yataylığının açılarıyla oynayarak tekrar bize yansıtan içinde sihir taşıyan cisimlerdir. Dışarıdan bakıldığında çeşitli renklerdeki iki kalın kapak arasında kelimeler dolusu bir sayfalar, tıpkı içinde bol malzeme ile hazırlanmış sandviçleri andırırlar. Her ikisinin de özünde var olan insanı doyurma özelliği ise sandviç ile kitap benzerliğini şaşırtıcı düzeye taşır.
   
   Bu benzerlik bir gurme veya kitap kurdu gözüyle bakıldığında korkutucu düzeye bile ulaşabilir. Sağlıklı beslenmenin iyi hissetmemizdeki yadsınamaz etkisi düşünüldüğünde iyi seçilmiş geliştirici kitapların da sağlıklı bir ruh ve beyin için yadsınamayacak derecede önemli olduğunu görebiliriz.
   
    Bedenimiz için sağlıklı olan gıdayı, beynimiz ve ruhumuz için sağlıklı olan kitabı seçmek pek de kolay bir süreç değildir. Sağlıklı olana ulaşana kadar bedenimizi ve beynimizi deneme yanılma yöntemi ile faydasız hatta zararlı bilgi ve gıdalarla doldurabiliriz hem de farkında bile olmadan…

  Schopenhauer yaşanabilecek bu şanssız durum için tedbir olabilecek bir tavsiye verir bize:
“Her ne yaparsak yapalım, ister yemek içmek olsun, ister gezmek eğlenmek, ister okumak bilgilenmek; ilk önce kendimiz düşünmeliyiz. En bilgisiz acemi halimizde bile iyiyi kötüyü sağlıklıyı ve zararlıyı ayıran algıya sahibiz. Temelinde kendi düşüncelerimizin olmadığı her durum tehlikelidir çünkü bizleri köleliğe ya da başkalarının düşünce ve davranışlarını kendi davranışlarımız sanmaya iter. “
  
   Kitapların; ruhumuzun gıdası, besinlerin de bedenimizin gıdası olduğu gerçeği göz önüne alındığında her ikisini de iyi besleyebilmenin yolu; düşünerek seçmek ve kendimize ait düşünce yaratmaktır; böylece Schopenhauer’un öngördüğü tuzağa düşmekten de kendi kendimizi koruyabiliriz.

GREENSEA




22 Ağustos 2015 Cumartesi

DÜNYADAKİ EN EVRENSEL EN BAĞIMSIZ EN BARIŞÇIL İLK SESE DAİR

   Dünyaya gözlerimizi açtığımız ilk günlerde annelerimizin ninnileriyle, şuuruna varmadan müzikle tanışırız. Daha sonra duyduğumuz şarkıların sözlerinin anlamını kavramadan tekrarlar, melodisini yakalamaya çalışırız Bir tencere veyahut masaya vurarak ilk defa kendi kendimize ilk melodilerimizi yaratırız. İlkokul çağında öğretmenimizin isteğiyle flüt gibi gerçek bir müzik aleti çalmayı deneriz.  Müzikle tanışıklığımız gittikçe artar.  Müziğin heyecan, sevinç, korku ve üzüntü gibi duyguların anlatımındaki etkisini bu süreçte yoğun olarak hissederiz.
   

   Duyduğumuz melodiler bizi o kadar etkisine alır ki, bu seslerin nereden geldiğini düşünmeyiz bile çoğu zaman. Dünyada var olan her şeyin bir tarihçesi olduğunu bildiğimiz halde müziğin sanki şuan bize hissettirip düşündürdüklerinden ibaret olduğu yanılsamasına kapılırız. Oysa müzik çok eskilere dayanan, farklılıkları ortadan kaldıran en evrensel, bağımsız ve en barışçıl sanat dalıdır.
   

    Müziğin olmazsa olmazı,  ses, uygulanan belirli bir basınçla havanın titreşmesi neticesi oluşur. Belirli bir vakit aralığı içindeki ses dalgalarına frekans denir. Titreşimler hızlandıkça, kulağımıza erişen dalga sayısı da artar; bir başka söylemle sesin frekansı yükselir. İnsan kulağı “frenkansı “sesin yüksekliği” ya da “sesin alçaklığı” olarak idrak eder. Buna ses perdesi denir. Frekans yükseldikçe ses perdesi de yükselir. Besteciler müzik bestelerken belirli bir perdenin seslerini kullanırlar. Her müzik aletinin ses perdesi değişiktir. Flüt ya da keman gibi kimi müzik aletleri yüksek perdeden, kontrbas ya da tuba gibi müzik aletleri ise alçak perdeden ses çıkarır.


    Bir diğer farklılık da; kemanla çalınan bir nota, obua ya da klarnetle çalındığında kulağımıza değişik gelir. Bunun nedeni kısmi sesleri oluşturan öteki frekansların her müzik aletinde değişik olmasıdır. Bu frekanslara tabii armonikler denir. Her müzik aletinin kendi doğal armonikleri ve buna bağlı olarak kendine özgü bir ses rengi, tınısı vardır. Ressamların renkleri ve gölgeleri değişik biçimlerde kullanmaları gibi besteciler de müzik aletlerinin kendine mahsus ses renginden istifade ederek özel etkiler elde ederler.






  

18 Ağustos 2015 Salı

WELL KNOWN SIN; SUICIDE

Suicide... they call it sin
They say it is a death in which no-one wins...

They encourage you not to do it, they say it is wrong...
But who is there to encourage you when you can't be strong.

You feel like you have no-one, not even a friend.
No shoulder to cry on, just one last letter to send.
It’s the cowards way out,
But I’m so tired of being strong.
It’s hard living everyday,
Wanting only to break down.

It’s a sin says mom,
It’s an illness says dad.
And my little baby brother,
Can’t help but give a frown.

I want to be perfect,
Someone people like.
But I’m such a tangled mess,
That can’t do anything right.

Pills will fix the problem,
Says my best friend one day.
But I wonder if she knows
What I think of every night.

I don’t have marks on my arms,
And I haven’t tried a million times.
But I look at every knife and ledge,
And lake wanting to drown.


POET: UNKNOWN 






14 Ağustos 2015 Cuma

TÜM ZAMANLARIN PARADOKSU CEHALET VE BİLGELİK

  İstediğimiz her bilgiye hızla ulaşabildiğimiz teknoloji çağında, kendimizi bilgi çağının insanları olarak varsaydığımız yetmiyormuş gibi kendimizi de bilgili sanma yanılsamasına kapılıp sürüklenip gidiyoruz. Bir tıkla öğrenmek istediğimiz konu ile ilgili birçok bilgiye kaynağa ulaşıp, okuduklarımızı öğrenme aşamasına geçirmeden benimseyiveriyoruz. Dili ve dolayısıyla bilgiyi icat eden insan, evreni, kendi varlığını, varoluşunu anlamlandırmasıyla, kendini ifade edebilmesiyle evrene karşı bir zafer elde ettiği yanılsamasına kendini kaptırmıştır. İşte bu kapılıp gidilen yanılsama yaşamakta olduğumuz teknoloji çağında da akıl almaz boyutlara da çıkmıştır.
   Oysa Sokrates’ten bizlere miras kalan ve herkesçe bilinen  “Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir” sözünün esas anlamı gerçekten anlaşılmaktan çok uzaktır. Bilen, bilmek isteyen, bilgelik peşindeki insan öğrendikçe sürekli olarak bilmediklerinin çokluğunu fark edendir. Bildiklerinin doğruluğunun bir gün çürütülebileceğini, hatta bu çürütmeyi kendisinin yeni öğrendikleriyle bile gerçekleştirebileceğini bilendir. Sokrates, çağımızdaki her şeyi bildiğini sanan insanlarımızın tersine, sürekli yeni bilgilerle karşılaşılabildiğini, o yeni bilgilerin eskilerini çürütebildiğini fark edebilmiş ve “hiçbir şey bilmediği” sonucuna varmıştır. Sokrates gibi bütün felsefeciler düşünürler de bilginin doğrudan doğruya bir kesinlik taşımadığını bilmelidirler ve bilenlerdir. Çünkü onlar, yaşadıkları günü kurtarıp topluma uyma gibi öncelikleri olmayan sorgulayan araştıran düşünen kesime aittirler.
  Günümüzde felsefe yapma diyerek, felsefeye ve dolayısıyla felsefecilere yapıştırılan etiketin de sebebi; insanların kapılıp gittikleri her şeyi bilme yanılsamasıdır. O yanılsama ki, bu gelişmiş teknoloji ile insan tüm bilgileri görme, tarama araştırma ve ulaşma imkanına sahip olurken; kendini görme, kendini bilme, kendi varlığını, varoluşunu anlama ve sorgulama yetisini de alıp götürmüştür ya da çok derinlere gömmüştür. Çünkü kendi varoluşunu bilme sorgulama derin bir zihin uğraşıdır herkesin harcı değildir. Hele ki bir tık ile gözünün önüne serilen onca bilgiye gördüğü gibi zihnini yormadan inanmayı tercih eden insanların harcı hiç değildir.
  Kim cehaletin esiridir kim bilgedir? Her şey görmek istesek de istemesek de gözlerimizin önündedir.  Nasıl görmek istediğimiz ise sadece ve sadece bize bağlı olduğundan cevap bu bir yazı olduğundan her zaman okuyucuya kalmıştır ve kalacaktır.
GREENSEA


9 Ağustos 2015 Pazar

GÖKTEN ZEMBİLLE İNEN JAPONLARIN YARATILIŞ EFSANESİ

Dünyadan izole, kuşun uçmayıp kervanın mümkünse geçmediği bu adaya Japon halkı nereden gelmişti? Gökten zembille mi inmişlerdi?
  Japonlar, gökten zembille indiklerine inanıyorlar( mecazen değil kelime anlamıyla). Japon adalarının tanrılarının ve halkının varoluş hikayesi birçok metaforu barındıran bir erotik mitolojik hikaye. Tanrı İnzaghi (esas oğlan) ile tanrı İzanami (esas kız) iki kardeştir. Abileri İnzaghi cennetten kaçıp İtalyan liginde futbolcu olduktan sonra, İzanagi ve İzanami Tanrılar Yönetim Kurulu tarafından dünyaya yaratılış için gönderiliyorlar. İki kardeş okyanusun üzerinde, havada asılı bir köprüde üzerine basacak hiçbir kara parçası olmadan kalakalınca, yukarı seslenip görmüş geçirmiş tanrılardan yardım istiyorlar. Yukarıdan iki kardeşe mücevherlerle kaplı bir mızrak gönderiliyor. İzanagi bu mızrak ile okyanusu karıştırmaya başlıyor, mızrağı sudan çıkardığında ucundan damlayan damlalar da kristalleşerek Japon adalarını oluşturuyor. Böylece üzerinde eyleme geçebilecekleri bir kara parçası vücuda geliyor. Daha sonra İzanagi ( davet eden erkek), İzanami’ye (davet eden kadın) nasıl olduğunu soruyor.
İzanami: Her şey yolunda… Mutluyum ve yaşıyorum. Ancak içimde bir boşluk var.
İzanagi: Bende öyle hissediyorum. Bir farkla, bende bir boşluk değil, fazlalık var! Neden o zaman bendeki fazlalıkla sendeki boşluğu bir araya getirmiyoruz?
Ve harekete geçiyorlar. Ancak gayet özürlü ve hilkat garibesi bir çocukları oluyor. “Biz nerede yanlış yaptık diyerek” tekrar yukarıdaki tanrılara danışıyorlar. “Sizde amma soru sordunuz “diyen tanrılar ipucunu veriyor: cilveleşmeyi kadın değil erkek başlatacak! Böylece bugün bile geçerli olan Japon kadınının toplumdaki çekingen hali daha yaratılmadan çiziliyor: ağzını fazla açma her şeyi kocana bırak!
Bu tavsiye üzerine dizginleri ele alan İzanagi hemen İzanami’ye yaklaşıp iltifatlara başlıyor;
“Sen ne kadar güzel bir kızmışsın öyle!”
“Sende çok tatlı bir oğlanmışsın!”
Doğru sıralamayla işe başlayınca hayırlı sonuçlar ortaya çıkıyor ve Şinto inanışındaki tanrılar birer birer Japonya topraklarında doğmaya başlıyor. Ancak İzanami ateşten bir bebeği doğururken ölüyor ve yer altı dünyasına gidiyor. Çok üzülen İzanagi de onu takip ediyor ve orada eşini / kız kardeşini buluyor. Ancak yer altı dünyasının yiyeceklerinden bir kere yemiş bulunan ve yaratığa dönüşen İzanami’nin yeryüzüne dönmesi artık mümkün olmuyor. İzanagi korku içinde yer altı dünyasına girişi olan mağaranın ağzını büyük bir kayayla kapatarak kaçıyor. “Beni burada bırakıp gidersen dünyadan her gün 1000 can alırım” diye bağırıyor; İzanagi de “Bende her gün 1500 yeni cana hayat veririm” karşılığını veriyor ve Japon adalarında hayat başlıyor.
Mitoloji de dünyanın yaratılışındaki kadın erkek dengesinin vurgulanmasına ve doğu felsefesinde önemli yer tutan yin-yang güçlerine göndermelerde bulunmasına bakılarak Japon yaratılış efsanesinin evrensel semboller taşıdığı belirtiliyor. Hikayede İzanami’nin ateş bebek doğururken ölmesinin  ise, ateşe yüklenen kültür bilgi ve teknolojik gelişme gibi unsurların insanlık tarihinde uğursuzluklara ve felaketlere yol açacağını ima ettiğini söyleyen kaynaklarda bulunmakta…
Kaynak: Japon Yapmış
Onur Ataoğlu

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Carl Jung & Psychological Types

Carl Jung & Psychological Types

The Core Idea

The essence of Jung’s theory of psychological types is simple; when our minds are active and we are awake, we are alternating between taking in information and making decisions in our internal and external worlds. Jung identified eight different patterns for how we carry out these mental activities commonly referred to as the function- attitudes, functions- in-attitude or the eight mental processes.  He created these patterns through combining his opposite pairs of attitudes andfunctions. Jung described these eight different patterns in his book entitledPsychological Types through characterizations of people who habitually prefer one pattern over another – his “eight types.” Jung’s eight types are the roots of the well known 16 MBTI® types.

“Psychological type is a theory of personality developed by Swiss psychiatrist Carl G. Jung to explain the normal differences between healthy people. Based on his observations, Jung concluded that differences in behavior result from individuals’ inborn tendencies to use their minds in different ways. As people act on these tendencies, they develop predictable patterns of behavior. Jung’s psychological type theory defines eight different patterns, or types, and gives an explanation of how type develops.”Isabel Briggs Myers, Introduction to Type

The Attitudes and Functions


The Attitudes – Extraversion and Introversion

The first pair of opposites that Jung identified was the two opposite ways in which we adapt to, or orient ourselves to, the world.
These are Jung’s attitudes of Extraversion and Introversion:
  • Extraversion – Our energy moves toward the outer world of people, places and things; the world outside of us
  • Introversion – Our energy moves toward the inner world of thoughts and ideas; the world inside of us
Jung believed that our orientation to the world was a foundational aspect of our personality. Our preferred energy attitude is such an elemental part of one’s personality that the two ways of being become obvious, even to the layman, when pointed out. We alternate between these two energy attitudes every day, back and forth, as needs arise and our environment dictates. Yet, Jung believed that we are at home, or feel most comfortable, in one of these worlds over the other.

The Functions – Perceiving and Judging


Jung observed that one’s preference for Extraversion or Introversion could not alone account for the many behavioral differences he observed between people.
For this reason, he identified two opposite mental functions that we use to take in information or Perceive – the Perceiving functions of Sensing and Intuition:
  • Sensing Perception – The process of collecting concrete data through using our five senses
  • iNtuitive Perception (iNtuition) – The process by which we make connections and infer meanings beyond sensory data
Jung also coined two opposite mental functions that we use to evaluate information or make decisions; ways to Judge, or the Judging functions of Thinking and Feeling:
  • Thinking Judgment – The process we use for evaluating information by applying objective and logical criteria
  • Feeling Judgment – The process we use for evaluating information by considering what is important to me and you
As is the case with the energy attitudes, Jung determined that we have an innate pre-disposition to habitually use – or prefer – one of the four functions over the others. We either prefer, or have energy to devote to, using one of our Perceiving functions of Sensing or Intuition over our Judging functions; or we have more energy and are more comfortable using one of our Judging functions of Thinking or Feeling over our Perceiving functions.

“The four functions are somewhat like the four points of the compass; they are just as arbitrary and just as indispensable. Nothing prevents our shifting the cardinal points as many degrees as we like in one direction or the other, or giving them different names…but the one thing I must confess: I would not for anything dispense with this compass on my psychological voyages of discovery.”C.G. Jung, Psychological Types

The Eight Mental Functions-in-Attitude

Jung observed that the attitudes of Extraversion and Introversion were always used in conjunction with either a Perceiving function or a Judging function.
The four functions (Sensing, Intuition, Thinking, and Feeling) with the two attitudes (Extraversion and Introversion) combine to create the eight mental Functions-in-Attitude attitude, which Jung called his “eight types.” These eight mental functions in their particular attitude form the core of Jung’s theory of psychological types; these are the eight functions that we call upon to adapt to the world.
“Strictly speaking, there are no Introverts and Extraverts pure and simple, but only Introverted and Extraverted function-types.”C.G. Jung, Psychological Types
We can understand the mental function-in-attitudes that we use the most through knowing our own  Type Dynamics  or our type code hierarchy.
Each Perceiving and Judging function has a qualitatively different “flavor” when used in the outer and inner worlds:


Function-AttitudeDefinition
Extraverted SensingOutward and active focus on the objective world and on gathering factual data and sensory experiences.
Introverted SensingInward and reflective focus on subjective sensory experiences and on the storing of factual historical data.
Extraverted IntuitionOutward and active focus on the new, the possibilities and meanings/ patterns in the objective world.
Introverted IntuitionInward and reflective focus on the subjective world of symbols, meanings, insight and patterns that come up from the unconscious.
Extraverted ThinkingOutward and active focus on applying logical order to the objective world through building structure, organization and making decisions.
Introverted ThinkingInward and reflective focus on the subjective world of reason that seeks understanding through finding the logical principles behind phenomena.
Extraverted FeelingOutward and active focus on bringing order to the objective world through building and seeking harmony with others and alignment with openly expressed values.
Introverted FeelingInward and reflective focus on the subjective world of deeply felt values that seeks harmony through alignment of personal behavior with those values and evaluation of phenomena in light of those values.

In Jungian terms, we define our type by our dominant function, which is our most preferred mental function. For example, if we like to use Extraverted Sensing more than any of the other seven mental functions, Extraverted Sensing is our dominant function and we are an Extraverted Sensing Type.
“Jung noted that it is not possible to use the attitudes of Extraversion and Introversion and the Judging and Perceiving functions independently of each other. People who prefer Extraversion will most like to focus their Perception and Judgment in the outer world while people preferring the Introverted attitude, when circumstances permit, will concentrate Perception and Judgment on ideas.”Isabel Briggs Myers, Gifts Differing
Jung stated that we can experience energy depletion and fatigue when we use our other mental functions for too long. Jung went so far as to say that it could be psychologically detrimental to our well being when our environment does not support us in the use of our dominant function; he called this “falsification of type.”

The Theory in Practice

It takes some reading and practice to understand the eight function-attitudes and the manner in which they operate within your type.  However, the more you read and practice, the more familiar you will become with the core of Jung’s psychological type theory. It is through our understanding of Jung’s core theory and the eight mental functions-in-attitude, that we find the real richness and depth of type.

An Example of Using the Function-Attitudes

Here is an example of how you might use all of the mental functions in their attitudes at the grocery store for a dinner party you are planning :
As you drive to the store, you have formed an internal image of how the party will look (Introverted iNtuition). You get to the store and you see that the tomatoes do not lookripe (Extraverted Sensing). You determine you will forgo the tomato salad since you want your friends to feel good (Extraverted Feeling). You immediately start to brainstorm other options as you move through the produce isle (Extraverted iNtuition) while examining the other vegetables (Extraverted Sensing). You pass the blueberries andrecall the documentary you just saw on child labor in blueberry fields (IntrovertedSensing). That treatment of children is inexcusable, so you decide not to purchasethe blueberries to make the blueberry tart you had thought about (Introverted Feeling). You pass the bakery and see a carrot cake (Extraverted Sensing) that takes you back to the birthday dinner your mom made for you last year (Introverted Sensing). You look at your watch and determine that you had better move a bit faster as you have only a couple of hours left to prepare (Extraverted Thinking). You turn your attention to your thoughts to internally structure the rest of your day (Introverted Thinking).

Exercises for Accessing the Functions-Attitudes:

You might want to figure out how to access the mental functions to see how you are using them; this is a set of exercises that type practitioners have developed to help people understand how comfortable they are with the various mental functions. For these exercises, you need to pick an object which could be anything: a pen, an apple, an orange, a piece of candy, etc.
Function- AttitudeExercise
Extraverted SensingExplore the object with your five senses as you are experiencing the object right now; look at the object, taste it (if edible!), smell it, crunch it to hear the sound, smell its aroma.
Introverted SensingHold the object and think of an experience you have had with an object that is similar; recall the sensory detail of the experience that you had with the object; what it was, what it looked like, what you did with it, who was there, what you were wearing, when it was
Extraverted IntuitionWith someone else, talk about everything you could do with the object that you have not done before.
Introverted IntuitionClose your eyes and identify what the object symbolizes or means to you.
Extraverted ThinkingTake several disparate objects and organize those using objective criteria; ask someone else to identify the criteria that you used.
Introverted ThinkingThink of all the different kinds of objects that you have and categorize them in your mind into mutually exclusive groupings; write those categories down to determine if there are any overlapping categories.
Extraverted FeelingDo something for someone with the object that will make them feel good.
Introverted FeelingClose your eyes and see if the object reflects anything that is really important to you – reflect on those deeply held values.

6 Ağustos 2015 Perşembe

KAHVE TADINDA İÇİNİZİ ISITIP DİNLENDİREN HİKAYELER

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.
Herkes bir bardak secince, profesör şöyle söyler :
‘Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.
Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında.
Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Hayat kahveye benzer, is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen sadece bardağa odaklanarak kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.

NIETZSCHE VE FELSEFESİNE DAİR NOTLARIM BÖLÜM II

DECADENCE ÜSLUP
Nietzsche bir sisteme inanmıyordu, her sistemden nefret ediyordu. Bu konuda ne kadar haklı olduğu ayrı bir mesele… Kaldı ki kendisi: “Bu düşünürün çürütülmek için hiç kimseye ihtiyacı yoktur: bunun için o kendisi yeter” diyordu. Hegel, Schelling, Fichte, Spinoza ve Thomas Von Aquin başarıyla felsefi birer sistem kurdular. Kant ve Platon için aynı şey iddia edilemez. Sokrates de bir felsefi sisteme itibar etmedi. Nietzsche’nin ise bu konuda kendine göre sebepleri vardı. Ona göre bir sistem ne olursa olsun öngörülere, şartlara uymak mecburiyetindeydi. Sistem düşünürü temel kabullerden hareket ederek, bir fikirler ağı örer ve sonra da bu ağı hakikat olarak kabul eder, kabul ettirmeye de çalışır.
Zamandan istifade ediniz, o pek çabuk geçer gider. Lakin intizam, size vakit kazanmasını öğretir. Onun için değerli dostum, ben size ilk önce mantık dersini tavsiye ederim. O zaman fikriniz güzelce terbiye edilir ve ona gem vurulur ki bundan sonra daha basiretli olarak, düşünceleriniz yolunu takip etsin ve öyle uluorta hayallere kapılarak, öteberiye sapıtmasın.
Sonra size günlerce, mesela yemek ve içmek gibi, bir hamlede ve serbestçe yaptığınız işlerde bile: Bir! İki! Üç! Demek icap ettiğini öğretecekler .Esasen fikir imalathanesi, bir dokuma şaheserine benzer: bir ayak basışı binlerce ipliği harekete getirir, iplikler göze görünmeden akar ve bir darbe binlerce ilmiği sıkıştırır.
İçeri giren filozof, size meselenin şöyle olması gerektiğini: birincinin böyle, ikincinin şöyle, bundan dolayı üçüncünün dördüncünün de öyle olduklarını ve eğer birinci ile ikinci olmasaydı, üçüncü ile dördüncünün hiçbir vakit olmayacağını ispat eder. Bunu her yerde bütün mektepliler takdir ettikleri halde, gene birer dokumacı olamamışlardır.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

NIETZSCHE VE FELSEFESİNE DAİR NOTLARIM BÖLÜM I

Nietzsche muzdarip bir filozoftu. Herkes gibi o da sorular sordu:”Aşk nedir? Yaratış nedir? Hasret nedir? Hayatı ebedi bir arayış olarak algıladı. Peşin fikirlere hiç itibar etmedi. Mutlak hakikat, Tanrı, Hıristiyanlık, metafizik ve estetik gibi en kadim sorulara kendi tarzında ve bütün samimiyetiyle cevaplar aradı. İnsanı, hayvanla insanüstü arasına gerilmiş bir ip olarak gördü. Ona göre insan,” bir gaye değil, bir köprü, bir geçiş ve bir batıştı”. O, “her gün hayatı ve hürriyeti yeniden fetheden insanı” arıyordu. “Ben bütün o adamları severimki”, diyor Zerdüşt, “insanların üstünde asılı duran siyah buluttan tek tek düşen ağır adamlar gibidirler: Onlar yıldırımın gelmekte olduğunu haber verirler ve haberci olarak helak olurlar. Bakın ben bir yıldırım habercisiyim ve bulutun ağır bir damlasıyım: Amma bu yıldırımın adı “Üstüninsandır”. Nietzsche’nin rüyasından doğan üstüninsan , Mevlana’nın “insan-ı kamilinin” farklı bir versiyonudur. Üstüninsan, pazıları güçlü bir tiran, zalim gaddar ve müstebit değildir. Onun kastettiği üstüninsan, gözü şaşmayan, iradesi kırılmayan, öz benliğini arındırmış, varoluşun bütün paradokslarını aşmış, nefsine karşı en katı; fakat başkalarına karşı ince ruhlu ve iyi huyludur. Üstüninsan, anlatılamaz bu yüzden Zerdüşt de “ben bu kulaklara göre ağız değilim” der ve üstüninsanı halka anlatmaktan vazgeçer
DİL VE USLÜP
NİHİLİZM’DEN MİSTİSİZM’E
Yirminci yüzyılı en çok etkileyen filozof… En çok okunan, en çok konuşulan, ama en az anlaşılan filozofu… Şair mi, filozof mu, filolog mu? Bu sorunun cevabını hiç kimse veremedi. Veremedi, çünkü o bir dil delisiydi, dilin tüm labirentlerini dolanan titiz bir üslup delisi. O bir şairdi, şair sözüne inanmayan bir şair. Zorlu bir filozoftu, amma hiçbir felsefi sistemi yoktu, çünkü felsefeyi seviyordu, fakat hiçbir felsefi sistem şair mizacına uymuyordu. “Sistem inşa etmenin çocukluk olduğuna inanıyordu”. Diyordu ki, “ ben bir sistem kabul edecek kadar dar görüşlü değilim –bu benim sistemim içinde geçerlidir.”
Hiç kimseyle iyi geçinemiyordu, çünkü o “bir dinamitti, kimsenin eline almaya cesaret edemediği bir dinamit.” O yüzden yalnızdı hastaydı ve derbederdi ve çağları nasıl aydınlattığını göremeden delirdi. Felsefeyi çekiçle yapıyordu, o yüzden yıkıcıydı, yıkıcılıkta Kant’tan beterdi. İlahi ne varsa çekiçledi. Yıkmayı parçalamayı ve acımasızca saldırmayı bir tür teşekkür olarak algıladı. Bir Yunan trajedisindeki trajedi kahramanının kaderini yaşadı: Üzerine devrilenler bizzat kendi yonttuğu zarif fikir sütunlarıydı; bu sütunlar altında can verdi. Onun tefekkür sırrını öğrenmek isteyenler, bizzat onun da kurtulamadığı bu tehlikeli labirente inmek mecburiyetindedirler.
ALKYONİK BİR TON
“Ecco Homo’da ilk defa Zerdüşt’üm ışıklandırılıyor, tüm asırların ilk kitabı, geleceğin İncil’i tüm beşeriyetin kaderini ihtiva eden insan dehasının yüksek patlaması.
Nietzsche her ne kadar sonraları Zerdüşt’ün bir kutsal kitap olarak kabul görmesinden endişe etmiş olsa da, şaheserini geleceğin İncil’i olarak takdim etmek istemektedir.
  Nietzsche, “herkes ve hiç kimse için bir kitap” yazarken alkyonik bir üslup kullandığını söyler. Aşina olmayanlara, bu üslup hiçbir şey söylemez; bu üslubu anlamayanlar Zerdüşt’ü de anlamayacaklardır. Anlamayacaklardır, çünkü bu “yanıltıcı üslup “ ile anlatılmak istenen içsel bir durumdur, coşkunun ve ruh halinin dışa vurumudur. Bu üslup, okuyucu ile filozof arasına çekilmiş görünmeyen bir cambaz ipi gibidir; okuyucu da müthiş bir zihni gerilim ve merak yaratır, bu gizli cambaz ipi üzerinde yeterince dikkatli olmayanlar fikrin kapkaranlık uçurumuna yuvarlanabilirler.
  Nietzsche’nin bahsettiği “alkyonik ton” nedir? Nietzsche Yunan mitolojisine hakimdir ve felsefesini inşa ederken bu mitolojiden zaman zaman yararlanır. Yunan mitolojisinde Keyx ve Alkyone iki mutlu aşıktır; öylesine ki kendilerini zaman zaman Zeus ve Hera’ya benzetirlermiş. Ne var ki rüzgar tanrısı onların bu mutluluğunu kıskanmış ve bir gün onları birer deniz kuşu haline getirmiştir. Rüzgar tanrısı bu kuşların kış mevsimlerinde dalgalar üzerine yuva kurabilmeleri için sakin havalar gönderirmiş. Yunanlı gemiciler kışın bu sakin ve rüzgarsız günlerine Antik mitolojiden esinlenerek alkyonik adını vermişler.
Sakin ve rüzgarsız geçen bu kış günleri, sükunetin ve istirahatın sembolü olduğu gibi aynı zamanda da bekleyen bir fırtınaya ve gelecek bir mücadeleye işaret ederler. Sükunet zamanı geçici istirahat günleri sayılıdır; asıl olan kalıcı olan sopuk fırtınalı günlerdir. “Nietzsche’nin alkyonik ton dediği üslup kış metaforuyla anlatılan zorlu hakikat gücü ve yüksek bir idrak ve irade gerektirir. İşte Nietzsche tüm kutsal kitaplara dinlere ve filozoflara saldırırken çetin bir kış gibi soğuktur.
Sakin ve rüzgarsız geçen bu kış günleri, sükunetin ve istirahatın sembolü olduğu gibi aynı zamanda da bekleyen bir fırtınaya ve gelecek bir mücadeleye işaret ederler. Sükunet zamanı geçici istirahat günleri sayılıdır; asıl olan kalıcı olan sopuk fırtınalı günlerdir. “Nietzsche’nin alkyonik ton dediği üslup kış metaforuyla anlatılan zorlu hakikat gücü ve yüksek bir idrak ve irade gerektirir. İşte Nietzsche tüm kutsal kitaplara dinlere ve filozoflara saldırırken çetin bir kış gibi soğuktur.
https://svetlena87.wordpress.com/

3 Ağustos 2015 Pazartesi

HANGİSİNE İNANSAK


Massada’ya Josephus’un deyişiyle 73 yılında, bin kadar Yahudi, kayalık tabyaların üzerinde gerçekleştirdiği zorlu bir direnişin sonunda, Romalıların saldırılarına yenik düşmek üzeredir. Bu sırada önderleri Eleazar,anın koşullarını aşan çok uzun bir konuşmayla onlardan toplu intiharda bulunmalarını ister. Söz konusu konuşma, yaşlı asker vasiyeti bağlamıyla Stoacı, Yeni Platoncu ve Hinduist düşünceleri birleştiren, felsefi intiharın geleneksel kanıtlarını içerengerçek bir intihar savunucusudur;
  Ölüm uyku gibidir, bizi kısa ve sıkıntılı bir yaşamdan kurtarır; artık felaketlerden başka bir şey sezinlenemez olduğunda yaşamaya devam etmek aptalcadır; madem ki bir gün gitmek zorundayız, bunun için en uygun zamanı neden biz belirlemeyelim? Ruhumuz,bu iğrenç dünya yaşamından sonra mutlu bir ölümsüzlüğe kavuşmak için beden denilen şu zindandan çıkmaya can atar. İntihar, özgürlüğümüzün en büyük kanıtıdır ve bütün sıkıntıları yenmemize izin verir. Her halükarda Tanrı bizim cezalandırılmamızı ister. Bazı pasajların, Yahudi zihniyetinin ötesine geçen bir yankısı olur;
“Tanrı’nın bize bağışladığı lütfa, hala özgürken kendi isteğimizle ve şerefli bir biçimde ölebilme lütfuna layık olalım; yenilmeyebiliriz umuduyla hayale kapılanların hiçbir zaman şansı olmadı. Düşmanlarımızın tek istediği bizi canlı ele geçirebilmek; direnişimiz ne kadar büyük olursa olsun,yarın saldırıya yenik düşmeye engel olamayacağız; ama onlar, bizim gözüpek bir ölümle onlardan önce davranıp en sevdiğimiz kişilerle birlikte ölmemizi engelleyemezler… Bizim kendimize verdiğimiz bu ceza, hak ettiğimizden çok daha küçük olacak çünkü biz kadınlarımızı namuslarını kaybetmekten, çocuklarımızı özgürlüklerini kaybetmekten korumuş olmanın ve kötü kaderimize rağmen utanç verici bir tutsaklığa katlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmak yerine kendi vatanımızın yıkıntıları altına gömülerek kendimize şerefli bir mezarlık sağlamış olmanın tesellisiyle öleceğiz.
“(…) Artık korkulacak hiçbir şey olmadan yaşanabileceğinden emin olunsa bile, bu kadar korkunç felaketleri gözünün önünde canlandırınca, kim hala gün ışığını görmek isteyebilir; daha açık söylemek gerekirse, kim hala hayatta olmayı büyük bir felaket saymayacak ve bu kutsal kentin yerle bir olduğunu, Kutsal Tapınağımızın bir günah yangınıyla tamamen yıkıldığını görmeden ölenlerin mutluluğunu kıskanmayacak kadar kadın vatan düşmanı ve korkak olabilir? Düşmanlarımızdan bir bakıma öç alabilme umuduyla,yiğitçe karşı koyarak şuana kadar dayandık ama artık umut kalmadı, hala yapabilecek gücümüz varken ölüme koşmak ve onlar için yapabileceğimiz en büyük iyilik buyken karılarımızı ve çocuklarımızı da öldürmek için daha ne bekliyoruz? Biz ölmek için doğduk;ölüm, doğanın kaçınılmaz yasasıdır ve ne kadar güçlü ve mutlu olursa olsun her insan buna tabidir. Ama doğa bizi hiçbir zaman, tutsaklığa ve hakaretlere katlanmaya ve ölümle korumak elimizdeyken, sırf korkaklığımız yüzünden, kadınlarımızın namusunun, çocuklarımızın özgürlüğünün ellerinden alınmasını izlemeye zorlamaz. Ve o gün dokuz yüz altmış Yahudi intihar eder.
  Zehrin ardından panzehir. Peri tu İudhaiku polemu (Yahudilerin Savaşı) gerçekte Eleazar’ın söylevinin aksini içerir. Nazik koşullar içinde konuşan bu kez Flavius Josephus’un kendisidir. Arkadaşlarıyla birlikte Romalılar tarafından ele geçirilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Josephus, Romalıların onu öldürmeyeceğinesöz vermesi üzerine arkadaşlarını intihar etmemek konusunda ikna etmeye çalışır. Burada da söylev bağlamının dışına çıkıp felsefi ve dini genel bir boyut kazanır. Bu konuşma gerçekte intihar karşıtları tarafından günümüze kadar söylenip duracak olan kanıtları içerir: 
  Bu eylem bir korkaklık belirtisidir, askerden kaçmaya benzer; bu doğaya aykırı bir eylemdir çünkü doğa bize yaşama içgüdüsü vermiştir; bu Tanrı’ya karşı bir suçtur çünkü bize can veren ve bu canın sahibi O’dur. Onu kullarının birinden yoksun bırakmaya hakkımız yoktur; kendini öldürenlerin ruhu cehenneme gider, bedenleriyse teşhir edilir.
“Ölümün ardından koşmaya zorlayan hiçbir şey yokken kendini öldürmek, görev gereği görevle karşı karşıya kalındığında ondan korkmaktan yada kaçmaktan daha az korkakça bir davranış değildir. Romalılara teslim olmamızı engelleyen ölüm korkusu değil de nedir? Kesin olmayan bir ölümden korunmak için kesin bir ölümü seçmenin mantığı nedir? Bu, kölelikten kurtulmak için diyorsanız sorarım size içinde sıkışıp kaldığımız durum özgürlük lehine gelişebilir mi? Kendini öldürmenin cesurca davranış olduğunu söylüyorsunuz ben ise tam tersine bunun korkakça bir davranış olduğunu iddia ediyorum: Ben bunun, fırtına çıkacak korkusuyla daha gemi batma tehlikesiyle karşı karşıya kalmadan onu elleriyle sulara gömen korkak bir kaptan gibi davranmak olduğunu düşünüyorum;kısacası ben bunun, tüm hayvanların içgüdüsüyle savaşmak olduğunu ve tanrıtanımazlıkla, onları yaratan ve hepsine tam tersi bir içgüdü veren Tanrı’nın kendisine hakaret etmek olduğunu söylüyorum.Onların arasında kendini öldürtenleri görür müsünüz hiç, doğa yaşama isteğini onlara dokunulmaz bir yasa olarak benimsetmemiş midir? Bizde bu nedenle yaşamlarımıza tecavüz edenleri düşmanlarımız gibi görüp cezalandırmaz mıyız? Yaşamımızı Tanrı’dan aldığımıza göre O’nun insanlara yaptığı bu bağışın onlar tarafından küçümsenmesine kızmadan tahammül ettiğini düşünebilir miyiz? Hiç kimse yoktur ki  sahibi kötü olsa bile kaçan bir köleyi cezalandırmanın adil olduğu konusunda mutabık olmasın; ve biz sadece sahibimiz değil üstelik son derece  iyi bir sahip olan Tanrı’yı ceza görmeden bırakıp gidebileceğimizi düşüneceğiz öyle mi! Canice bir merakla kendilerini öldüren bu dinsizlerin ruhları cehennemin koyu karanlıklarına atılır. Böyle bir cinayetin iğrençliğini bilen bilge yasa koyucumuz, bu nedenle daha önce savaşta öldürülenlerin cesetlerinin gömülmesine izin verdiyse de, gönüllü olarak kendini öldürenlerin cesetlerinin günbatımı sonrasına kadar mezarsız bırakılmasını buyurur; aşırı öfkeleri, kendilerine silahlanmalarına yol açan katillerin ellerini kesen uluslar bile vardır çünkü onlar bedenlerini ruhlarından ayırdıklarına göre, onlarda onların ellerini bedenlerinden ayırmanın adil olduğuna inanırlar.

  Bu söylev Josephus’un arkadaşlarını ikna edemez. İntiharlar başlar.

HANGİSİNE İNANMAK GEREK? İNTİHARLA KARŞI KARŞIYA GELDİĞİNDE ONUN ALEYHİNDE KONUŞAN JOSEPHUS’A MI YOKSA KUŞKUSUZ SÖYLEVİNİ KALEME ALDIĞI ELEAZAR’IN SESİYLE İNTİHARI SAVUNAN JOSEPHUS’A MI?

ORTAÇAĞ’DA İNTİHAR AYRIMLARI
İNTİHARIN TARİHİ

GEORGES MİNOİS

2 Ağustos 2015 Pazar

KEDİLERİ KÖPEKLERE YEĞLİYORSAM,POLİS KEDİLERİ YOK DA ONDAN!

Çakır, eczacı beyin ihtiyar kedisidir. Ve şimdi sol tezgahın önünde, eczacı beyin Eczacı mektebinden neşet ettiği yıl çektirdiği agrandisman resminin durduğu duvarın tam dibinde, horul horul oyumaktadır. Saz sanatkarı bütün kedileri sever. Aynı zamanda eli de kalem tuttuğundan sevdiği kedilerin bir bir hikayelerini yazar. Belki günün birinde bu Çakır'ın da bir hikayesini yazacaktır. Çakır için bir hikaye değil, Arsen Lupenvari, seri halinde tefrika yazılsa yeridir. 
Çakır gençliğinden, canlılığından çok şey kaybetmiş ama bütün ihtiyar kurtlar gibi fizik bakımından dermansızlığını teknik kabiliyetleri ile kapatıyor. Bize mektepte, Beni Ademi diğer yaratıklardan ayıran belli başlı özelliklerden birinin de, insanın alet kullanan bir hayvan oluşudur, diye öğretmişlerdi. Yanlış. Çakır da işte insan gibi alet kullanan bir hayvandır. Siz, kapı topuzlarını tutup insan gibi açan, daha olmazsa açamadığı kapının aralığından tel sokup kapı mandalını kaldıran bir kedi işittiniz mi? Bütün kuvvetini geceye saklayan ihtiyar hovardalar gibi o da bütün gününü uyuklamakla geçirir. Ama bir kere de gece oldu mu ortalığı talana çevirir. Sengeçen gece Müdür beylerin bodruma dal, kömürlük kapısına abanıp hamama geç, içeri gir,pıtır pıtır merdivenleri çık,bölük kapısının aralığından tel sokup mandalı kaldır, kiracı Yahudi Madamın mutfağına atlayıp, kadıncağızın ertesi gün misafirleri için hazırladığı koca bir tabak kaymağı mideye indir. Kadıncağız, kapı kurcalanırken hırsız sanıp bayılmış.Zavallıyı saatlerce kendine getiremediler.
Kedinin böyle insan gibi taammüden hırsızlık tertiplediği nerede görülmüş.<
HALDUN TANER