30 Aralık 2015 Çarşamba

365 SAYFALIK KİTABIN SON VE YENİ SAYFASI : YENİ YIL

  365 sayfalık bir kitabın daha sonuna geliyoruz. Az değil 365 sayfa… Sayfalar arasında tek tük gülümsetip sevindiren olaylar dışında hep şiddet hep vahşet dolu bir kitabı bitirmek, kapağını kapatmak yeni bir sayfaya geçmek hiç de kolay değil.

   Okuyanların kafasında takılan cevapsız sorular cevaplanana kadar yeni bir sayfaya geçilse bile o yeni sayfa o kitabın bir sayfası olacak. 2015 yılında benimde herkes gibi kendi bakış açımla okuduğum 365 sayfalık kitaptan o sondaki yeni sayfaya taşanlar;

*Ataerkil bir toplumda kadının değeri hala anlaşılmadı ve 271 kadın Erkek Şiddetinin Kurbanı oldu.

* savaş zamanlarından kalma diye bilinen sokağa çıkma yasağı, Güneydoğu’da dört ayda 52 kez ilan edildi.

*Hrant  Dink cinayetindeki kamu görevlilerin ihlalini belgeleyen iddianame üçüncü seferinde Başsavcı tarafından onaylandı.

*Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi Sur ilçesinde basın açıklaması yaparken çıkan çatışmanın ortasında kalarak hayatını kaybetti. Çatışmadan önce operasyon ve çatışma istemediğini söyleyen Tahir Elçi’nin sözleri ise çatışmanın sesleri altında ezildi.

*Terör örgütüne yardım ve casuslukla suçlanan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül Mit soruşturması kapsamında tutuklanarak Silivri Cezaevine kondu.

*Suriye’nin Bayırbucak bölgesinde Türkiye’nin sınırı yakınındaki bir savaş uçağı, Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle angajman kuralları çerçevesinde vurularak düşürüldü.

*Suriye’de savaştan kaçanların sayısı 4 milyon 185 bini geçti. Bu 4 milyon 185 bin mültecinin 2 milyon 207 bini Türkiye’ye sığındı.

*7 Kasım ve 1 Kasım seçimleri arasında askıya alınan çözüm sürecinde artan terör olaylarında 167 şehit verildi.

*1 Kasım seçimlerinde 54 milyon seçmen 175 bin sandıkta oy vermeye gitti. CHP 25.31, MHP 11.90, MHP 10.75 , AKP ise 49.48 oranında oy alarak seçimden tek parti olmanın zaferiyle çıktı.

*Koza ve İpek Grubuna bağlı 22 şirkete kayyum atanmasının ardından kanalların yayınına müdahale edildi. Mecidiyeköy’deki kanal binasına polis baskını yapılarak yayınları durduruldu.

*Ankara da 10 Ekim de gerçekleştirilen “Emek Barış Demokrasi Mitingi Tren Garı önünde patlayan bombayla gölgelendi. Birçok kişi yaralanırken 103 kişi de hayatını kaybetti.
*Sanat dünyasından, sanatçıdan yazardan ve politikacıdan birçok vefat haberi geldi. Gazeteci Çetin Altan, 12 Eylül’ün Mimarı Kenan Evren, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Zeki Alasya, Levent Kırca, Kayahan, Yaşar Kemal, Müzeyyen Senar aramızdan ayrıldı.

   Bunlar gibi binlece insana, insanca yaşama yakışmayan şiddet vahşet, iz bırakan üzücü olayların yanı sıra az da olsa sevindiren olaylarda gerçekleşti.
*Eskişehir’de bir kafeden aldığı kediyi öldüren ve bu vahşeti sosyal medyadan paylaşan üniversite öğrencisi 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye de ilk kez bir hayvana zarar veren bir insan hapis cezası almış oldu.
*Almanya’nın Bınn kentinde gerçekleşen Unesco, 39.cu Dünya Miras Komite Toplantısında Efes Antki Kenti ve Diyarbakır Surlarıyla Hevsel Bahçeleri “Dünya kültür Mirası” Listesine alındı.

*Çalışmalarını ABD’de sürdüren Mardin Doğumlu genetik bilimci Prof. Dr Aziz Sancar bu yılki Nobel Ödülüne layık görüldü. Sancar, Tomas Lindahl, Paul Modrich ile Dna onarımı alanındaki çalışmalarıyla ödülü paylaştılar. Sancar 19 Mayıs’ta Türkiye’ye gelerek ödülünü Anıtkabir’e bırakacağını söyledi.

  2015’ten 2016’ya doğru 365 sayfalık kitabın son sayfasını çevirirken en büyük dileğim, ilerlememize katkısı olan güzel haberlerin sayılamayacak yazılamayacak kadar çok olması, şiddet vahşet ölüm haberlerinin ise bir elin parmakların sayısını geçememesi…   
  İnsana yakışan insanca huzur ve barış dolu bir yeni yıl dileğiyle mutlu yıllar… J


GREENSEA 



25 Aralık 2015 Cuma

OLD BOOK'S NEW PAGE "NEW YEAR"

A New
Day Is
Like A New
Page In
An Old Book,
You Don't
Know What's
Going To
Happen
Until You
Turn The
Page To
A New One.
And A
New Year
Is Like
A Whole
New Chapter
In The Same
Old Book,
But You
Never
Know What's
Going To
Happen
Next
Until It's
Happened.
Because
Another year passes,
Time still goes on,
Another page,
The story continues,
The world never changes...


https://svetlena87.wordpress.com/




20 Aralık 2015 Pazar

BİR ÖMÜRE SIĞMAYAN AZİZ NESİN VE ONUN TERAZİSİ



  Aziz Nesin türü yazarları severim; hayatı tüm yönleriyle yaşar, sakınmadan birikimini ortaya koyar ve toplumu derinden sarsacak net değerlendirmeler yaparlar. Ezber bozmak, sarsmak ve yeni bir fikir, yaratı ortaya koymak için çabalar durur Aziz Nesin. Bu yıl, hakkında çok yazılacak, biliyorum. Ne denli yerli yerinde olacak bu yazılar, kuşkuluyum doğrusu. Daha iyi soralım; “Aziz Nesin kendi ardından yazsaydı, ne derdi acaba?” Tüm yapıtlarını eskiz olarak gören, pek çok fikrini kendiyle birlikte mezara götüreceğinden hayıflanan bir yazardan söz ediyoruz.
   Bir yazara nesnel ölçütle bakma olanağı yoktur. Doğrusu budur. Bizim o yazarla karşılaşıncaya dek biriktirdiklerimiz bir ölçü, beğeni oluşturur. Haliyle nasıl bir terazi kurduğumuzu belirler deneyimlerimiz, gözlemlerimiz. Demem o ki; eğer kendimize dair hassas bir tartı koymamışsak, yazınsal lezzet ve estetik ölçümüz zaafa uğrar. Başka deyişle, birini beğenmek, sevmek; bir yapıta değer biçmek bir yanıyla bizimle ilgilidir, kendimizi açığa çıkarma meselesidir. Bir yazarı tanımak için doğal olarak onun eserleriyle yola koyuluruz, salt bu yetmez, o kişinin ne okuduğu, nasıl yaşadığı da ilgi alanımıza girer. Şunu söylemiyorum; yazarlar mutlaka yapıtlarıyla paralel bir yaşam sürer, demiyorum. Hatta çoğu zaman tersi olur. Yine de yazarı kavramak için derinliğine bakmak gerekir.

Kapıları aralar

Aziz Nesin anılarını uzunca yazmış biri. Siyasal kavgaya girmiş, her daim taraf olmuş, yaşantısı hayli ilginç bir insan, yazar. İşin en tuhafı, eğer uzunca bir ömür sürmemiş olsa, yazarlığını asla bilemeyecektik. Geç yaşta başladığı yazarlığı olağanüstü bir açlıkla, verimlilikle sürdürmüş bir insan. Geniş ilgi alanı var, disiplinli bir yazar. Verimliliğinin nedeni burada! Edebiyatımızın en büyük zaafı yazarların pek okur olmamasıdır. Aziz Nesin tam tersi örnek. Yazarlığı kadar, okurluğunu da önemsiyor.
Son yayımlanan “Okuma Güncesi” kitabı çok önemli bir çalışma. Hem Aziz Nesin’in iç sesini işitiyoruz, hem edebi ölçüsünü kavrıyoruz, hem de giriştiği kavgaları öğreniyoruz. Kişiliğine dair son derece ilginç bilgiler edinmek şöyle dursun, pek çok isme dair de hayli net ifadelerine rastlıyoruz yazarın. Kitabı ilgiyle okudum. Hayli kalın bir kitap. İlk aklıma gelen, ölümünden bunca yıl sonra bile, hâlâ bize ürünler vermiş olması. Tuhaf işte. Bazısı koskoca yaşamını çöpe atar, tembeldir, israf eder zamanı; kimi, ölümünden sonra bile kapıları aralar.

Geçimi kolay değil

Elbette çok yapıt vermiş olmak, hepsinin değerli olduğu anlamına gelmez. Aksi de söylenebilir hatta. Bazen birkaç kitap yeter tüm bir ömrü değerli kılmaya. Yusuf Atılgan hemen aklıma düşüyor. “Anayurt Oteli”, “Aylak Adam” edebiyatımızın en değerli romanlarıdır. Başlı başına bir yazı konusu Yusuf Atılgan! Yaşamı son derece alçakgönüllü, okumaya meraklı bir Anadolu insanı. Olağanüstü ruh çözümlemeleri, kentli sarsıntılarıyla anlattığı kişileri, kör göze parmak sokmadan giriştiği düzen eleştirisi ve felsefi derinlik geç de olsa fark edildi Atılgan’ın. Türkçe özeni ayrıca dikkat çekici! Atılgan’ın edebiyatını anlamak için yaşadığı çevreyi bilmek önemli. Yakından bakınca kimi zaman kutsanan köylünün, birinin yaşamını nasıl zindan edebileceğini görürsünüz. Tüm bunları yazacağım.
Aziz Nesin’e yakından bakarsak geçimi kolay biri olmadığını hemen kavrarız. Esasen tüm yazarlar takıntıları, hırçınlıkları, iddialarıyla belirginleşir yapıtında. Derinlikli okuma dediğimiz budur. Yazarın anlatısı kadar, dili, tutumu da bunu belirler. “Okuma Güncesi” Aziz Nesin’in aşırı ciddiyetinin ve hayatı tamamıyla belgelemek istemesinin tipik bir örneği. Okuduğu tüm kitaplar için yazmış Nesin. Tarihler koymuş, o kitabı beğenip beğenmediğini söylemiş ve sert eleştirel bir dil kullanmış.
Kitap olarak tasarlanmamış bu yazılar, notlar. Ancak ben, Aziz Nesin gibi zeki, üretken bir yazarın bu sözlerinin bize ulaşacağını bildiğini düşünüyorum. Yani gizli bir belge açığa çıkmış değil. Yaşarken bu yazıları neden yayımlamadığı sorusu akla gelebilir. Aziz Nesin açıksözlü, çekincesi olmayan biri. Muhtemelen ya vakit bulamamıştır yayımlamaya yazıları veya öldükten sonraya da yapıtı kalsın istemiştir. Yazılarında sıkça vurgu yaptığı gibi, “Eğer bir yazar bir metni yayınlamamışsa, varislerinin ya da herhangi bir araştırmacının bunu kitaplaştırma hakkı yoktur.” Bunu en iyi Ali Nesin bilir sanırım. O halde okuduklarımız Aziz Nesin rızası taşır bence.


Ama dürüst, hep dürüst
Aziz Nesin köşeli düşünen biri. Toplumcu sanata emek veren, inanan, bunun dışında kalan sanat yapıtlarını anlamaya çalışsa da, pek de açık olmayan bir yazar/düşünür. Özellikle şiir konusunda hem tutucu olduğunu gördüm, hem de en zayıf verim alanının şiir olduğuna tanıklık ettim. Öykücülüğü, romancılığı ve hatta anıları ne denli lezzetli, güçlüyse; şairlik konusunda sıkışıp kaldığını düşündüm. Oktay Rifat, Melih Cevdet, Turgut Uyar gibi ustaları haksız yerdiğini eleştirdiğini fark ettim; kendi dışında olana biraz zalim bir tavrı var. İlhan Berk şiirini okuyup; “ülkemizin bu şiir kalpazanlarından kurtulması lazım” diye yazmış. Cevat Çapan’ın, Elitis çevirisini beğenmemiş. Ama dürüst, hep dürüst…
Bu ‘dürüst’ olma meselesi okur için de önemli olmalı. Aziz Nesin; Adile Ayda’nın “Böyle İdiler Yaşarken…” adlı edebi hatıralarını yayımladığı kitabından söz ediyor uzunca. Siyasi tavrı keskin olan biri Nesin, bunu tekrar belirtelim. Ki bana kalırsa, siyasal tutum; beğeni, ölçüt koyma hususunda değerlidir, körlük değildir, yöntem olanağı sunar kişiye. Adile Ayda’nın sağcı, milliyetçi, Turancı bir yazar olduğuna işaret ediyor, lakin anılarını ‘dürüst’ biçimde yazdığına işaret ediyor Nesin. Hele edebiyatımızın büyük isimlerinden söz edilirken, bu ölçüyü tutturmak hiç kolay olmasa gerek.

Sabahattin Ali’yi haklı bulur

Kitap, kitabı doğurur. Ben de düştüm Adile Ayda’nın peşine. Kolay okunan, ilginç bilgiler veren bir kitap. Cumhuriyet’in ilk yıllarından, seksenlere dek geniş bir tanıklık kitabı! Buram buram sağcılık kokan, aşırı milliyetçi bir dille yazılmış kitap. İyi yetişmiş bir kadın. Belli ki solculardan nefret ediyor. Edebiyatın, sanatın bir sağcı seçkin uğraşı olduğu yanılgısına sahip! Komünistlerin Türkleri tuzağa düşürdüğünü düşünüyor Adile Ayda. Kitabı okurken pek çok yerin altını çizdim. Gariptir; benim ilgimi çeken yerlerle Aziz Nesininkiler arasında kesişmeler çok. Ama özellikle iki olay öne çıkıyor.
Genç yaşlarında babası Sadri Maksudi sayesinde edebi, siyasi çevrelerle haşır neşir olur Adile Ayda. Bir gün Moda’da Sabahattin Ali’nin ailesiyle kaldığı bir otelde rastlaşırlar. Sabahattin Ali öğretmendir ve henüz yazarlıkta ün sağlamamıştır. Kızı Filiz dolayısıyla tanışırlar. Akşamına Hamdullah Suphi’nin de bulunduğu ortamda Sabahattin Ali’nin adı ‘iyi yazar’ olarak geçince, bağı kurarak; “O da bu otelde kalıyor, isterseniz tanıştırayım sizinle” der genç kadın. Sevinçle Sabahattin Ali’nin yanına gider. Ali, kimin yanına götürüleceğini sorup yanıt alınca: “Ben o adamla konuşmam” der.
Sabahattin Ali solcudur, Hamdullah Suphi dibine dek Türkçü. Bu tepki doğal gelir bugün. Oysa Ayda, kabalık olarak anlatır bu ayrıntıyı. İşin ilginç yanı bu değil benim için. Aziz Nesin, o gün takındığı tutumdan ötürü Ali’yi haklı bulur. Zamanla Sabahattin Ali’nin “kurnaz uyumcu” olduğuna işaret eder. Burası önemli. Sabahattin Ali cinayetinin siyasi olmadığını, başına gelenin kendi tavrından ötürü iddiasına bir göndermedir Aziz Nesin’in bu notu. Sabahattin Ali üstüne yoğun okumuş, düşünmüş olarak Nesin’in bu konuda taraflı davrandığını, haksız hüküm verdiğini düşünüyorum.

Yaşar Kemal’e de değinir

Aziz Nesin’le kesiştiğimiz bir diğer nokta; Adile Ayda’nın Cevat Fehmi Başkut’u anlattığı bölüm. Cumhuriyet gazetesine bahçıvan aranırken, ısrarla bu görevi yapmak isteyen bir genç vardır. Zamanla söyleşiler yapar bu bahçıvan genç, gazete için. Sözü edilen Yaşar Kemal’dir. Yıllar sonra Cevat Fehmi çaptan düşüp oyun yazarlığına iyice yüklenir. ‘Paydos’ adlı oyununu İngilizce ve Fransızcaya çevirttiğini anlatır Ayda’ya ve bu yolla Nobel Ödülü’nü kazanacağını bir sır olarak fısıldar. Elbet umut fakirin ekmeği, burada tuhaflık yok. Ama…
Cevat Fehmi ödülün kulisler kanalıyla verildiğini söyler ve kendisine ödülü Yaşar Kemal’in kazandıracağından söz eder. Yaşar Kemal’in eşinin Musevi olduğunu, kayınbiraderinin de Amerika’da eleştirmenlik yaptığını ekler. Musevi lobisi kanalıyla ödülün kendine geleceğine inanmıştır Cevat Fehmi. Olay ilginç. Yıllarca Yaşar Kemal üstünden kopan Nobel fırtınasına dair ipucu. Ama asıl bizi ilgilendiren Aziz Nesin’in değerlendirmesi. Adile Ayda’nın bu anısının gerçeği gösterdiği kanısındadır Nesin. “Tam yansıtıyor Yaşar’ı” diye altını çiziyor. Meraklı okur için önemli, benden söylemesi…
Okurluğun zor zanaat olduğunu, yaşamını kitaplara adayan herkes bilir. Yazarlıkla okurluk arasındaki geçirgen ilişki zamanla iyice belirginleşir. Söz konusu Aziz Nesin’se hep konuşur, tartışır buluyorsunuz kendinizi. Bir de, soru sormanın ne denli mühim olduğunu…

Aziz Nesin terazisinde tartılmak kolay değil, bilesiniz!

KAYNAKÇA:
http://www.birgun.net/haber-detay/aziz-nesin-in-terazisinde-tartilmak-86863.html
BİRGÜN GAZETESİ 
ENVER AYSEVER 



15 Aralık 2015 Salı

CARL JUNG’S INTP & INTP ANIME CHARACTER

L (LAWLIET)- DEATH NOTE

   L is a very slim, tall young man with black hair and dark eyes. One of his most noticeable features is the shadow below each of his eyes, a result of him being an insomniac. L is always shown to be wearing blue jean trousers and a long-sleeved white shirt. He almost never wears shoes or socks, preferring to go barefoot, even while in public.

   L is quite secretive, and only communicates with the world through his assistant,Watari He never shows his face to the world in person, instead representing himself with a capital letter L drawn in "Old English MT" or "Cloister Black" typeface. It is more likely to be "Cloister Black" as Watari's "W" is different in "Old English MT."
  L is very intelligent, though his disheveled and languid appearance masks his great powers of deduction and many question his abilities upon viewing him. L tends to second-guess everything he is presented with, and is extremely meticulous and analytical.

UNDER TAKER - BLACK BUTLER

  Undertaker is a lean man with long gray hair with a single braid, which is worn so as to hide his eyes. His eyes reflect the typical color of Grimm Reaper eyes, a bright yellow green.

  Undertaker has extensive black fingernails and a noticeable scar across his face, neck, and left pinky finger. His robe is predominantly black; additionally, his attire includes an incredibly lengthy top hat, and a gray scarf strapped across his chest and knotted by the hips. He wears an emerald ring on his left index finger.

   Known only by his profession, Undertaker is a mysterious man whose scarred face is never fully visible beneath his long hair and crooked top hat. He tends to punctuate his words with sweeping gestures and creepy giggles, and spends a considerable deal of time inside of coffins. He takes joy in frightening others, as he intentionally acts in a disconcerting manner to provoke a reaction. Undertaker frequently refers to the deceased as his "guests," and it is his hobby to remove organs from his "guests" for research.

KISUKE URAHARA - BLEACH

   Kisuke is a tall, lean-built man with light skin and gray eyes. His hair is messy and light-blond (almost pale), with strands framing the sides of the face and hanging between his eyes, and he has chin stubble. He wears a dark coat, which sports a white diamond pattern along its bottom half, with a dark green shirt and pants underneath. His coat's design is reminiscent of an inverted captain's haori (white with black diamonds). Urahara carries a fan, which he occasionally uses to hide his face. He usually wears traditional Japanese wooden sandals (geta) and a striped dark green and white bucket hat (which usually shadows his eyes), which has earned him the nickname "sandal-hat"

  Though usually a laid-back, jovial, humble and eccentric man, Urahara shows a deceptively cunning and serious side when the situation warrants it. He commonly uses idle conversation and outward concern to distract his opponents.[2] Despite his care-free attitude, he always speaks politely, but is sometimes sarcastic. Yoruichi Shihōin notes he tends to go over the top with whatever he becomes passionate about. He has described himself as a "mere honest, handsome, perverted businessman."

  Approximately 110 years ago, Urahara's personality was slightly opposite of what it is in the present. During his earlier years as a captain, he was viewed as a nervous, flustered, and quiet person. Somewhat unsure of himself, he lacked confidence in his ability to be a good leader. In addition, he was occasionally confused with how to deal with his division.

  Urahara can usually be found near the scene of an important event, but he rarely intervenes in situations, preferring to stay on the sidelines. He often knows more information than he lets on, and despite being a major player in the situation, he acts only as a catalyst, having others do the work for him.

SHIKAMARU NARU - NARUTO
  Shikamaru is an extremely unenthusiastic person, and as such lives his life avoiding work. This is partly due to him seeking paths of least resistance, as he often chooses to do things he would otherwise not do if people nag him enough. In his free time he typically takes naps, watches clouds, and plays strategy games such as Shogi and Go. When put into a situation where he potentially needs to put effort into something, he attempts to try to find a way to avoid it such as forfeiting a battle or by pretending to be preoccupied with something else. In the instances where he can not avoid these situations, Shikamaru tends to remark "how troublesome."

Despite his lazy tendencies, Shikamaru is extremely intelligent. His teacher, Asuma, found Shikamaru to have an IQ of over 200, and learned that Shikamaru's poor grades were a result of him finding lifting a pencil to be too much work for him. Nevertheless, Shikamaru works very well with his teammates, as their fathers were teamed together in their youth. Of his teammates, Shikamaru is closest with Chouji, who repays Shikamaru's confidence in him with unyielding loyalty. Shikamaru also has a strong bond with Asuma, often spending time with him playing strategy games. After Asuma's death, he even vows to protect Asuma and Kurenai's unborn child for his teacher's sake. Shikamaru has stated that he will make the child his apprentice someday.

One of Shikamaru's more distinctive characteristics is that he finds all women to be bossy and "a pain." Contrary to this opinion, he has expressed a notably mature interest in marriage and raising a family with a son and daughter. Ironically, Shikamaru seems to constantly find himself surrounded by the very same strong-willed and bossy women he dislikes. In addition to his own mother, and being surrounded by bossy females, he usually ends up fighting against such women. Shikamaru has had a number of his appearances coincide with those of Temari. When they make their Part II debut together, Naruto Uzumaki asks if they are on a date, though both Shikamaru and Temari state that this is not the case.

When the need arises, Shikamaru is quick to abandon his lazy nature and act appropriately to complete a mission or save his teammates. Using his Shadow Imitation Technique, the signature technique of his clan, he can capture the shadow of an opponent to either keep them immobilized or force them to mimic his movements. This ability causes Shikamaru to frequently take the task of stalling enemies so that his comrades can get to safety or to simply buy time. Although this role puts him in a dangerous position once he can no longer stall the opponent, Shikamaru is willing to serve it, feeling that sacrificing his life to ensure the safety of his friends is worth it. He then considers every element that is relevant to the situation at hand and analyzes the information to its fullest, planning out a battle ten moves in advance and devising over a hundred strategies to use against an opponent. This combination of intelligence and dedication to his teammates causes Shikamaru to become the first of the primary Konoha Genin to advance to the rank of Chunin.

ANNIE LEONHART - SHINGEKI NO KYOJIN

  Annie Leonhart, formerly a member of the 104th Trainees Squad who later enrolled in the Military Police Brigade after their graduation, is a Titan Shifter and a member of a mysterious organization keen on destroying the Walls for unknown reasons.


   Annie is considered a solitary, stoic type and friendships don't come easily. She is apathetic and somnolent with little desire to put in any effort into meaningless disciplines or activities, and instead focuses exclusively on making it into the Military Police to obtain an easy life. Yet, somehow she does seem to hold some strange fascination with people that hold a deep sense of duty and righteousness -- in those people who do care and who can devote their lives and even die for something.

CANA ALBERONA - FAIRYTAIL

Cana is a tall, slim, young woman with an ample bust and tan skin. She has long, mid-back length brown hair with varying shades of color, having been seen as bright brown, black,and, ultimately, plain brown.
Cana has a great love for alcoholic beverages such that it borders on addiction. Oftentimes, she is often seen drinking directly from a large beer barrel. She started drinking at the age of thirteen, two years before the legal age, and the frequency of her drinking has grown to the point where thirty percent of Fairy Tail's liquor budget goes down her throat. Despite her drinking and somewhat laid-back attitude, Cana is one of the more serious members of the guild: she hardly ever goofs off (except when she's drinking), unlike the majority of the other members.

VAN HOHENHEIIM - FULL METAL ALCHEMIST

One of miror characters of action-sci fi anime Fullmetal Alchemist is a ancient and extremely powerful Alchemist who had tragic past and connection with Father. In the Fullmetal Alchemist manga he is refered to as "Van Hohenheim," not Hohenheim Elric. As Edward Elric points out in book 14 of the Fullmetal Alchemist manga, "Elric is my mother's name!"

  Hohenheim is a fairly tall, broad-shouldered gentleman with the appearance of a man of relatively healthy middle-age. He wears his long, golden-blond hair in a loose, shoulder-length ponytail with two or three loose strands of hair falling over his brow and sports a full Donegal-style beard on his square jaw. He also wears spectacles over his golden eyes, though whether or not he needs them is unknown. He has been described as "very handsome" by several women over the course of the series. In the manga, Hohenheim frequently wears a white dress shirt and tie under a black vest with matching slacks and a brown overcoat. In his youth, Hohenheim looked much like his son Edward, save for slightly increased height and a slightly more pronounced jaw.
  In the 2003 anime series, Hohenheim sports a slightly doughier build, a softer jawline and darker hair.

  Though Hohenheim's devotion to Alchemy and the mysterious circumstances under which he was witnessed abandoning his young family gave the man the impression of being cold, he is an unexpectedly softhearted, kindly individual who is quick to give compliments but loath to accept them. Hohenheim appears to care very little for his own well-being, much less his dignity, and is therefore often put in situations that give him the impression of being goofy or eccentric, adding greatly to the series' comic relief. Slow to anger and apparently a bit of a pacifist, Van Hohenheim would much rather talk out disputes than fight, frequently doing so even while he himself is under vicious attack. Chief among his personality traits appears to be his hopeless romanticism, given his propensity for spouting sappy lines about his love for Trisha Elric, his readiness to weep openly over her and his charming treatment of women in general. Van Hohenheim lacks the ambition of others, clearly content to take his time dealing with things that do not demand urgency, but in his youth had a hair-trigger temper much like that of his son, Edward, and became irrationally angry when taunted for his ignorance.

TOMBO KOPOLİ 

  Tombo Kopoli, a fourteen-year-old boy in the city where Kiki settles. He is obsessed with aviation, is a member of a club building a human-powered aircraft, and is at first intrigued only by Kiki's ability to fly. He later becomes her friend, although it is obvious that she awes him. (It is not clear, at least to an English-speaker, whether "Kopoli" is intended as a given name or family name. "Tombo", according to the novel, is a nickname, Japanese for "dragonfly".)

 Tombo is a 13 year old boy. He has light brown hair and brown eyes. He wears a red and white striped shirt and blue pants. He also wears glasses.


You're so lucky, Kiki. I wish I could fly. People like you can just fly away on a broomstick.

—Tombo to Kiki






10 Aralık 2015 Perşembe

İNSANI BİLMEK HAKLARINI BİLMEKTİR

   1948 yılında kabul edilen “İnsan hakları Evrensel Bildirgesi” insanların doğduğu andan itibaren sahip olduğu kişisel hak ve özgürlükleri korumayı amaçlar. BM şekillendirdiği şekilde insan hakları altı temel sözleşme ile temellenir. Bu sözleşmeler; Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslar arası sözleşmesi, İşkenceye Karşı Sözleşme, Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ve son olarak Çocuk Hakları Sözleşmesi’dir.

   Bu İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi ve onu temellendiren altı sözleşme bütün dünya ülkelerinde insan hakları sorunu olduğu göz önüne alınırsa hayati bir öneme sahiptir. Bu hayati öneminden dolayı, insan hakları ihlallerinin önlemesi her ne kadar belli bir anlaşma ile yerine getirilmesi gereken kurumsal bir görev gibi gözükse de aslında görevden çok her bireyin insanca bir yaşam sürebilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarından birisidir.

   67.ci yıldönümünü kutladığımız İnsan Hakları Evrensel Bilgesi, görüldüğü gibi insanların insanca bir hayat sürebilmeleri için uzun süren mücadeleler sonucunda imzalanmıştır. Bildirgenin evrenselliği; tüm insanların insan oluşlarından ötürü ırkına, rengine, cinsiyetine, dini ve siyasi görüşüne bakılmaksızın tüm hak ve özgürlüklerden faydalanışını savunmasındandır. Yani başka bir deyişle, bu bildirge; tüm dünya devletleri tarafından ortak değerler olarak kabul gören insan ilkelerini yansıtır.

  Aradan geçen 67 yıldan sonra bile bu bildirge evrenselliğini ve insanlar için temel   ihtiyaç olma özelliğini aynen korumaktadır. Dürüst olmak gerekirse, gelişen ve değişen dünyanın, hayatın içinde geçen zamanla birlikte bu bildirgeye, ihtiyacın daha da arttığı gözler önündedir. İhtiyaç duyulan bu bildirgenin savunduğu insan haklarını korumanın ilk koşulu şüphesiz ki, insan haklarının ve tek tek hakların neler olduğunu bilmek ve gerçek anlamlarıyla kavramaktır.

   İnsan hakları ihlalleri bilmemekten ve gerçekten kavrayamamaktan doğmaktadır. İhlallere son verebilmek için, insan olmanın ne demek olduğunu bilmek, bildikten sonra ise kendini önce kendine sonra da çevremize insan olarak ilan etmek gerekmektedir. İnsanın ne olduğunu bilmesi ve kendini kendine ve çevresine insan olarak ilan etmesiyse felsefenin alanına girmektedir. Felsefe, tıpkı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi insanı temel almasının yanı sıra insanın /insanlığın onurunun nerede tehlikeye düştüğünü gösterebilecek bakış açısını kazandırma özelliğini taşımaktadır.  Yaygın ama bulanık insan hakları kavramını kavramak ve uygulamak için felsefeden filozoflardan faydalanırsak insan haklarını gerçek anlamıyla kavrayabilir ve ihlalleri yok denecek kadar azaltabiliriz.

   Bizlerin, insanca özgür eşit bir hayat sürmemiz içim hazırlanmış olan bu Evrensel Bildirge’ye ve tabiî ki haklarımıza sahip çıkmak yine her şey de olduğu gibi biz insanların elinde… Yaşadığımız hayatın, varlığımızın, haklarımızın sorumluluğunu alarak yaşadığımız /  yaşayacağımız Dünya İnsan Hakları Günümüz kutlu olsun J


GREENSEA 




6 Aralık 2015 Pazar

ANIME AND HAPPINESS CONNECTION

Ever wonder why so many adults find those weird Japanese cartoons appealing? It’s not just you. “Normal” adults in Japan think it’s weird, too.
However, anime otaku (people who are totally obsessed with something – in this case – anime) tend to be highly satisfied in life
BECAUSE
1.They’re immersed in vivid colors regularly
Many anime shows have distinctive art styles that incorporate colors in beautiful and vibrant ways. Being exposed to all of these colors regularly can positively impact your mood or maybe even help you pay attention to the vibrant colors around you in your daily life.
True, not all anime have bright, vibrant colors. Some anime are meant to be dark and depressing. But regardless of what exactly the color scheme of a show is, you can count of the fact that it will suck you into whatever world of colors its artists chose to rely on.
2.They learn new things often
While there are Chinese and Korean anime-like shows, a typical anime is Japanese. Anime fans come from all corners of the globe, so for anyone not Japanese, anime can actually be rather educational.
You learn a little bit about Japanese culture regardless of what anime you are watching, and if you watch the subbed versions of anime (the version in Japanese with English subtitles), you can also learn phrases and single words in Japanese.
3.They exercise their imaginations
You kind of have to have an imagination to get into anime in the first place. Most shows feature really crazy concepts and alternate universes that you just can’t view realistically.
Anime nerds are used to jumping into highly fictionalized shows and use their imaginations much more regularly than your average person. As a result, they’re generally much more creative and open minded than others.
4.They explore meaningful concepts regularly
Despite the rather unrealistic nature of most anime, many shows teach viewers a lesson or explore at least one major thematic issue central to human existence. For example, Full Metal Alchemist Brotherhood explores the themes of kinship, death and corruption. Sword Art Online explores how we construct our perceptions of reality and what makes one reality the true one.
5.They really value friendship
Of the core concepts discussed in anime, friendship is often one of them. Many shows place emphasis on how rare a truly good friend is, and this makes many anime nerds really appreciate the good friends they have.
6. They always have the perfect cure for a bad day
I think just about everyone has had a terrible day at some point. One of those days when you don’t feel like dealing with anyone or anything.
Anime is perfect for those kinds of days. Regardless of what you feel like watching, there’s bound to be an anime to fit the way you feel.You can easily find something to inspire you with hope, or something to cater to your bad mood.
7.They know that nothing is impossible
One of the best parts about watching anime is how often a show can surprise you. Sometimes for the better; sometimes for worse. But if anime nerds know one thing, it’s that anything is possible.
8.They’re comfortable with being “weird”
Unless you also watch anime, you probably think anime nerds are a little bit weird.
That’s okay, we kind of understand because very few of us were born watching anime. Most of us also thought it was weird at one point or another so, in a way, we can sympathize with you.
Anime nerds are used to being called weird and many of us are actually much more comfortable with ourselves because of it.


1 Aralık 2015 Salı

DESCARTES'TEN MİRAS ; kARTEZYEN AYRIM

   Sağlam bilgiye ulaşmak için şüpheyi yol gösterici olarak gören Fransız filozof, matematikçi, yazar Rene Descartes’in günümüze kadar gelen etkileri sandığımızdan çoktur. Özellikle Türk milletinin felsefeden, düşünmekten sorgulamaktan uzak, günü kurtarmaya yönelik yaşayış şeklinin kökeni şaşırtıcı derece de “düşünüyorum öyleyse varım” aforizmasıyla bilinen filozof Rene Descartes felsefesiyle benzeşmektedir.
Düşünmekten kaçınan bir toplumun nasıl olur da “düşünüyorum öyleyse varım” diyen bir filozofun felsefesiyle yolları kesişir?

   Modern felsefenin babası olarak ünlenen dahi Fransız filozof Descartes, matematikçi yönüyle evrenin saat gibi işlediğini bilir ve bu evreni inceleyip evren üzerine düşünürken de keyfi bir şekilde düşünemeyeceğini; düşünmenin de bir yöntemi olması gerektiği noktasına varır. Buradan yola çıktığında ise arayışı bellidir; “bilgi için sağlam bir zemin”. Bilgi için öyle sağlam bir zemin bulmayı ister ki her şey onun bulacağı bu temel zemin üzerine kurulmalı ve hiç sarsılmamalıdır.

   Gerek çevresel, gerek kendi deneyimlerinden gördüğü kadarıyla algılarımızın ve duyumlarımızın çok kişisel oluşundan dolayı evrensel olamayacağında karar kılar.  Tanrı, doğa, etrafımızdaki cisimler ve hatta rüyalarımızın bile kişisellikten sıyrılamadığıyla da yüzleştikten sonra Descartes, bu sağlam zeminli evrensel bilgiye salt akılla ulaşabileceğini düşünür. Değişmeyen tek şey düşünmek ve şüphe etmekti r; “ Düşünüyorum öyleyse varım” sözünü o andan itibaren felsefesinin değişmez sağlam temeli haline getirir.

   Kendini ve insanı “düşünen ve düşündükçe var olan bir varlık” olarak gören Descartes çok geçmeden ayrılmaz bir parçamız olan bedenin işlevini merak eder. Bedenin düşünen varlıkla bağını kuramadıkça onu ayrıştırır. Bedeni; ihtiyaçları olan, acıkan, susayan, yorulan ve tahrik olan şehvetli, kirli bir ayrık parça; yani beyinle kontrol edilmesi gereken mekanik bir yapı olarak görür.

  Bu felsefe, “Kartezyen ayrım” olarak felsefe tarihine geçmiştir.
Bu Kartezyen Ayrım; Felsefeden ve sorgulamaktan uzak toplumlarda ve insanlarda (Türk toplumu gibi )  oldukça yaygın şekilde varlığını sürdürmektedir. Bizim Descartes ile benzeştiğimiz nokta tam olarak burasıdır.

“Kartezyen Ayrım”, günlük hayatımızın her anında “Ötekileştirme” olarak ortaya çıkar. Descartes’in felsefesindeki “Kartezyen ayrık” o zamandan bugüne varlığını “Modern Ayrık”  olarak sürdürmekte ve bizler Türk toplumu olarak;  felsefeden ve düşünmekten uzak yaşamakla birlikte, içimizde Descartes’in insanı sadece bilen düşünen varlık ilan edişiyle ortaya çıkan “Kartezyen Ayrık”ın canlı örnekleri olarak yaşamaktayız.


GREENSEA