365 sayfalık bir
kitabın daha sonuna geliyoruz. Az değil 365 sayfa… Sayfalar arasında tek tük
gülümsetip sevindiren olaylar dışında hep şiddet hep vahşet dolu bir kitabı bitirmek,
kapağını kapatmak yeni bir sayfaya geçmek hiç de kolay değil.
Okuyanların kafasında
takılan cevapsız sorular cevaplanana kadar yeni bir sayfaya geçilse bile o yeni
sayfa o kitabın bir sayfası olacak. 2015 yılında benimde herkes gibi kendi
bakış açımla okuduğum 365 sayfalık kitaptan o sondaki yeni sayfaya taşanlar;
*Ataerkil bir toplumda kadının değeri hala anlaşılmadı ve 271
kadın Erkek Şiddetinin Kurbanı oldu.
* savaş zamanlarından kalma diye bilinen sokağa çıkma yasağı, Güneydoğu’da
dört ayda 52 kez ilan edildi.
*Hrant Dink cinayetindeki
kamu görevlilerin ihlalini belgeleyen iddianame üçüncü seferinde Başsavcı
tarafından onaylandı.
*Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi Sur ilçesinde basın
açıklaması yaparken çıkan çatışmanın ortasında kalarak hayatını kaybetti. Çatışmadan
önce operasyon ve çatışma istemediğini söyleyen Tahir Elçi’nin sözleri ise
çatışmanın sesleri altında ezildi.
*Terör örgütüne yardım ve casuslukla suçlanan Cumhuriyet
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül Mit
soruşturması kapsamında tutuklanarak Silivri Cezaevine kondu.
*Suriye’nin Bayırbucak bölgesinde Türkiye’nin sınırı
yakınındaki bir savaş uçağı, Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle
angajman kuralları çerçevesinde vurularak düşürüldü.
*Suriye’de savaştan kaçanların sayısı 4 milyon 185 bini geçti.
Bu 4 milyon 185 bin mültecinin 2 milyon 207 bini Türkiye’ye sığındı.
*7 Kasım ve 1 Kasım seçimleri arasında askıya alınan çözüm
sürecinde artan terör olaylarında 167 şehit verildi.
*1 Kasım seçimlerinde 54 milyon seçmen 175 bin sandıkta oy
vermeye gitti. CHP 25.31, MHP 11.90, MHP 10.75 , AKP ise 49.48 oranında oy
alarak seçimden tek parti olmanın zaferiyle çıktı.
*Koza ve İpek Grubuna bağlı 22 şirkete kayyum atanmasının
ardından kanalların yayınına müdahale edildi. Mecidiyeköy’deki kanal binasına
polis baskını yapılarak yayınları durduruldu.
*Ankara da 10 Ekim de gerçekleştirilen “Emek Barış Demokrasi
Mitingi Tren Garı önünde patlayan bombayla gölgelendi. Birçok kişi yaralanırken
103 kişi de hayatını kaybetti.
*Sanat dünyasından, sanatçıdan yazardan ve politikacıdan
birçok vefat haberi geldi. Gazeteci Çetin Altan, 12 Eylül’ün Mimarı Kenan
Evren, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Zeki Alasya, Levent Kırca,
Kayahan, Yaşar Kemal, Müzeyyen Senar aramızdan ayrıldı.
Bunlar gibi binlece insana,
insanca yaşama yakışmayan şiddet vahşet, iz bırakan üzücü olayların yanı sıra
az da olsa sevindiren olaylarda gerçekleşti.
*Eskişehir’de bir kafeden aldığı kediyi öldüren ve bu vahşeti
sosyal medyadan paylaşan üniversite öğrencisi 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Türkiye de ilk kez bir hayvana zarar veren bir insan hapis cezası almış oldu.
*Almanya’nın Bınn kentinde gerçekleşen Unesco, 39.cu Dünya
Miras Komite Toplantısında Efes Antki Kenti ve Diyarbakır Surlarıyla Hevsel
Bahçeleri “Dünya kültür Mirası” Listesine alındı.
*Çalışmalarını ABD’de sürdüren Mardin Doğumlu genetik bilimci
Prof. Dr Aziz Sancar bu yılki Nobel Ödülüne layık görüldü. Sancar, Tomas
Lindahl, Paul Modrich ile Dna onarımı alanındaki çalışmalarıyla ödülü
paylaştılar. Sancar 19 Mayıs’ta Türkiye’ye gelerek ödülünü Anıtkabir’e
bırakacağını söyledi.
2015’ten 2016’ya doğru
365 sayfalık kitabın son sayfasını çevirirken en büyük dileğim, ilerlememize
katkısı olan güzel haberlerin sayılamayacak yazılamayacak kadar çok olması,
şiddet vahşet ölüm haberlerinin ise bir elin parmakların sayısını geçememesi…
İnsana yakışan insanca
huzur ve barış dolu bir yeni yıl dileğiyle mutlu yıllar… J
A New Day Is Like A
New Page In An Old
Book, You
Don't Know
What's Going
To Happen Until
You Turn
The Page To A New
One. And A New Year Is Like A Whole New
Chapter In The
Same Old
Book, But You Never Know
What's Going
To Happen Next Until
It's Happened.
Because
Another year passes, Time still goes on, Another page, The story continues, The world never
changes... https://svetlena87.wordpress.com/
Aziz Nesin türü yazarları severim; hayatı tüm
yönleriyle yaşar, sakınmadan birikimini ortaya koyar ve toplumu derinden
sarsacak net değerlendirmeler yaparlar. Ezber bozmak, sarsmak ve yeni bir
fikir, yaratı ortaya koymak için çabalar durur Aziz Nesin. Bu yıl, hakkında çok
yazılacak, biliyorum. Ne denli yerli yerinde olacak bu yazılar, kuşkuluyum
doğrusu. Daha iyi soralım; “Aziz Nesin kendi ardından yazsaydı, ne derdi
acaba?” Tüm yapıtlarını eskiz olarak gören, pek çok fikrini kendiyle birlikte
mezara götüreceğinden hayıflanan bir yazardan söz ediyoruz.
Bir
yazara nesnel ölçütle bakma olanağı yoktur. Doğrusu budur. Bizim o yazarla
karşılaşıncaya dek biriktirdiklerimiz bir ölçü, beğeni oluşturur. Haliyle nasıl
bir terazi kurduğumuzu belirler deneyimlerimiz, gözlemlerimiz. Demem o ki; eğer
kendimize dair hassas bir tartı koymamışsak, yazınsal lezzet ve estetik ölçümüz
zaafa uğrar. Başka deyişle, birini beğenmek, sevmek; bir yapıta değer biçmek
bir yanıyla bizimle ilgilidir, kendimizi açığa çıkarma meselesidir. Bir yazarı
tanımak için doğal olarak onun eserleriyle yola koyuluruz, salt bu yetmez, o
kişinin ne okuduğu, nasıl yaşadığı da ilgi alanımıza girer. Şunu söylemiyorum;
yazarlar mutlaka yapıtlarıyla paralel bir yaşam sürer, demiyorum. Hatta çoğu
zaman tersi olur. Yine de yazarı kavramak için derinliğine bakmak gerekir.
Kapıları aralar
Aziz
Nesin anılarını uzunca yazmış biri. Siyasal kavgaya girmiş, her daim taraf
olmuş, yaşantısı hayli ilginç bir insan, yazar. İşin en tuhafı, eğer uzunca bir
ömür sürmemiş olsa, yazarlığını asla bilemeyecektik. Geç yaşta başladığı
yazarlığı olağanüstü bir açlıkla, verimlilikle sürdürmüş bir insan. Geniş ilgi
alanı var, disiplinli bir yazar. Verimliliğinin nedeni burada! Edebiyatımızın
en büyük zaafı yazarların pek okur olmamasıdır. Aziz Nesin tam tersi örnek.
Yazarlığı kadar, okurluğunu da önemsiyor.
Son yayımlanan “Okuma Güncesi” kitabı çok önemli bir çalışma. Hem Aziz Nesin’in
iç sesini işitiyoruz, hem edebi ölçüsünü kavrıyoruz, hem de giriştiği kavgaları
öğreniyoruz. Kişiliğine dair son derece ilginç bilgiler edinmek şöyle dursun,
pek çok isme dair de hayli net ifadelerine rastlıyoruz yazarın. Kitabı ilgiyle
okudum. Hayli kalın bir kitap. İlk aklıma gelen, ölümünden bunca yıl sonra
bile, hâlâ bize ürünler vermiş olması. Tuhaf işte. Bazısı koskoca yaşamını çöpe
atar, tembeldir, israf eder zamanı; kimi, ölümünden sonra bile kapıları aralar.
Geçimi kolay değil
Elbette çok yapıt vermiş olmak, hepsinin
değerli olduğu anlamına gelmez. Aksi de söylenebilir hatta. Bazen birkaç kitap
yeter tüm bir ömrü değerli kılmaya. Yusuf Atılgan hemen aklıma düşüyor.
“Anayurt Oteli”, “Aylak Adam” edebiyatımızın en değerli romanlarıdır. Başlı
başına bir yazı konusu Yusuf Atılgan! Yaşamı son derece alçakgönüllü, okumaya
meraklı bir Anadolu insanı. Olağanüstü ruh çözümlemeleri, kentli sarsıntılarıyla
anlattığı kişileri, kör göze parmak sokmadan giriştiği düzen eleştirisi ve
felsefi derinlik geç de olsa fark edildi Atılgan’ın. Türkçe özeni ayrıca dikkat
çekici! Atılgan’ın edebiyatını anlamak için yaşadığı çevreyi bilmek önemli.
Yakından bakınca kimi zaman kutsanan köylünün, birinin yaşamını nasıl zindan
edebileceğini görürsünüz. Tüm bunları yazacağım.
Aziz Nesin’e yakından
bakarsak geçimi kolay biri olmadığını hemen kavrarız. Esasen tüm yazarlar
takıntıları, hırçınlıkları, iddialarıyla belirginleşir yapıtında. Derinlikli
okuma dediğimiz budur. Yazarın anlatısı kadar, dili, tutumu da bunu belirler.
“Okuma Güncesi” Aziz Nesin’in aşırı ciddiyetinin ve hayatı tamamıyla belgelemek
istemesinin tipik bir örneği. Okuduğu tüm kitaplar için yazmış Nesin. Tarihler koymuş,
o kitabı beğenip beğenmediğini söylemiş ve sert eleştirel bir dil kullanmış.
Kitap olarak tasarlanmamış bu yazılar, notlar. Ancak ben, Aziz Nesin gibi zeki,
üretken bir yazarın bu sözlerinin bize ulaşacağını bildiğini düşünüyorum. Yani
gizli bir belge açığa çıkmış değil. Yaşarken bu yazıları neden yayımlamadığı
sorusu akla gelebilir. Aziz Nesin açıksözlü, çekincesi olmayan biri. Muhtemelen
ya vakit bulamamıştır yayımlamaya yazıları veya öldükten sonraya da yapıtı
kalsın istemiştir. Yazılarında sıkça vurgu yaptığı gibi, “Eğer bir yazar bir
metni yayınlamamışsa, varislerinin ya da herhangi bir araştırmacının bunu
kitaplaştırma hakkı yoktur.” Bunu en iyi Ali Nesin bilir sanırım. O halde
okuduklarımız Aziz Nesin rızası taşır bence.
Ama dürüst, hep dürüst Aziz Nesin köşeli düşünen biri. Toplumcu
sanata emek veren, inanan, bunun dışında kalan sanat yapıtlarını anlamaya
çalışsa da, pek de açık olmayan bir yazar/düşünür. Özellikle şiir konusunda hem
tutucu olduğunu gördüm, hem de en zayıf verim alanının şiir olduğuna tanıklık
ettim. Öykücülüğü, romancılığı ve hatta anıları ne denli lezzetli, güçlüyse;
şairlik konusunda sıkışıp kaldığını düşündüm. Oktay Rifat, Melih Cevdet, Turgut
Uyar gibi ustaları haksız yerdiğini eleştirdiğini fark ettim; kendi dışında olana
biraz zalim bir tavrı var. İlhan Berk şiirini okuyup; “ülkemizin bu şiir
kalpazanlarından kurtulması lazım” diye yazmış. Cevat Çapan’ın, Elitis
çevirisini beğenmemiş. Ama dürüst, hep dürüst…
Bu ‘dürüst’ olma meselesi
okur için de önemli olmalı. Aziz Nesin; Adile Ayda’nın “Böyle İdiler Yaşarken…”
adlı edebi hatıralarını yayımladığı kitabından söz ediyor uzunca. Siyasi tavrı
keskin olan biri Nesin, bunu tekrar belirtelim. Ki bana kalırsa, siyasal tutum;
beğeni, ölçüt koyma hususunda değerlidir, körlük değildir, yöntem olanağı sunar
kişiye. Adile Ayda’nın sağcı, milliyetçi, Turancı bir yazar olduğuna işaret
ediyor, lakin anılarını ‘dürüst’ biçimde yazdığına işaret ediyor Nesin. Hele
edebiyatımızın büyük isimlerinden söz edilirken, bu ölçüyü tutturmak hiç kolay
olmasa gerek.
Sabahattin Ali’yi haklı bulur
Kitap, kitabı doğurur. Ben de düştüm Adile
Ayda’nın peşine. Kolay okunan, ilginç bilgiler veren bir kitap. Cumhuriyet’in
ilk yıllarından, seksenlere dek geniş bir tanıklık kitabı! Buram buram sağcılık
kokan, aşırı milliyetçi bir dille yazılmış kitap. İyi yetişmiş bir kadın. Belli
ki solculardan nefret ediyor. Edebiyatın, sanatın bir sağcı seçkin uğraşı
olduğu yanılgısına sahip! Komünistlerin Türkleri tuzağa düşürdüğünü düşünüyor
Adile Ayda. Kitabı okurken pek çok yerin altını çizdim. Gariptir; benim ilgimi
çeken yerlerle Aziz Nesininkiler arasında kesişmeler çok. Ama özellikle iki
olay öne çıkıyor.
Genç yaşlarında babası Sadri
Maksudi sayesinde edebi, siyasi çevrelerle haşır neşir olur Adile Ayda. Bir gün
Moda’da Sabahattin Ali’nin ailesiyle kaldığı bir otelde rastlaşırlar.
Sabahattin Ali öğretmendir ve henüz yazarlıkta ün sağlamamıştır. Kızı Filiz
dolayısıyla tanışırlar. Akşamına Hamdullah Suphi’nin de bulunduğu ortamda
Sabahattin Ali’nin adı ‘iyi yazar’ olarak geçince, bağı kurarak; “O da bu
otelde kalıyor, isterseniz tanıştırayım sizinle” der genç kadın. Sevinçle
Sabahattin Ali’nin yanına gider. Ali, kimin yanına götürüleceğini sorup yanıt
alınca: “Ben o adamla konuşmam” der.
Sabahattin Ali solcudur,
Hamdullah Suphi dibine dek Türkçü. Bu tepki doğal gelir bugün. Oysa Ayda,
kabalık olarak anlatır bu ayrıntıyı. İşin ilginç yanı bu değil benim için. Aziz
Nesin, o gün takındığı tutumdan ötürü Ali’yi haklı bulur. Zamanla Sabahattin
Ali’nin “kurnaz uyumcu” olduğuna işaret eder. Burası önemli. Sabahattin Ali
cinayetinin siyasi olmadığını, başına gelenin kendi tavrından ötürü iddiasına
bir göndermedir Aziz Nesin’in bu notu. Sabahattin Ali üstüne yoğun okumuş,
düşünmüş olarak Nesin’in bu konuda taraflı davrandığını, haksız hüküm verdiğini
düşünüyorum.
Yaşar Kemal’e de değinir
Aziz Nesin’le kesiştiğimiz bir diğer nokta;
Adile Ayda’nın Cevat Fehmi Başkut’u anlattığı bölüm. Cumhuriyet gazetesine
bahçıvan aranırken, ısrarla bu görevi yapmak isteyen bir genç vardır. Zamanla
söyleşiler yapar bu bahçıvan genç, gazete için. Sözü edilen Yaşar Kemal’dir.
Yıllar sonra Cevat Fehmi çaptan düşüp oyun yazarlığına iyice yüklenir. ‘Paydos’
adlı oyununu İngilizce ve Fransızcaya çevirttiğini anlatır Ayda’ya ve bu yolla
Nobel Ödülü’nü kazanacağını bir sır olarak fısıldar. Elbet umut fakirin ekmeği,
burada tuhaflık yok. Ama…
Cevat Fehmi ödülün kulisler
kanalıyla verildiğini söyler ve kendisine ödülü Yaşar Kemal’in
kazandıracağından söz eder. Yaşar Kemal’in eşinin Musevi olduğunu,
kayınbiraderinin de Amerika’da eleştirmenlik yaptığını ekler. Musevi lobisi
kanalıyla ödülün kendine geleceğine inanmıştır Cevat Fehmi. Olay ilginç.
Yıllarca Yaşar Kemal üstünden kopan Nobel fırtınasına dair ipucu. Ama asıl bizi
ilgilendiren Aziz Nesin’in değerlendirmesi. Adile Ayda’nın bu anısının gerçeği
gösterdiği kanısındadır Nesin. “Tam yansıtıyor Yaşar’ı” diye altını çiziyor.
Meraklı okur için önemli, benden söylemesi…
Okurluğun zor zanaat
olduğunu, yaşamını kitaplara adayan herkes bilir. Yazarlıkla okurluk arasındaki
geçirgen ilişki zamanla iyice belirginleşir. Söz konusu Aziz Nesin’se hep
konuşur, tartışır buluyorsunuz kendinizi. Bir de, soru sormanın ne denli mühim
olduğunu…
Aziz Nesin terazisinde
tartılmak kolay değil, bilesiniz!
L is a very slim,
tall young man with black hair and dark eyes. One of his most noticeable
features is the shadow below each of his eyes, a result of him being an
insomniac. L is always shown to be wearing blue jean trousers and a
long-sleeved white shirt. He almost never wears shoes or socks, preferring to
go barefoot, even while in public.
L is quite secretive, and only communicates
with the world through his assistant,Watari He never shows his face to the
world in person, instead representing himself with a capital letter L drawn in
"Old English MT" or "Cloister Black" typeface. It is more
likely to be "Cloister Black" as Watari's "W" is different
in "Old English MT."
L is very intelligent,
though his disheveled and languid appearance masks his great powers of
deduction and many question his abilities upon viewing him. L tends to
second-guess everything he is presented with, and is extremely meticulous and
analytical.
UNDER TAKER - BLACK BUTLER
Undertaker is a lean
man with long gray hair with a single braid, which is worn so as to hide his
eyes. His eyes reflect the typical color of Grimm Reaper eyes, a bright yellow
green.
Undertaker has
extensive black fingernails and a noticeable scar across his face, neck, and
left pinky finger. His robe is predominantly black; additionally, his attire
includes an incredibly lengthy top hat, and a gray scarf strapped across his
chest and knotted by the hips. He wears an emerald ring on his left index
finger.
Known only by his
profession, Undertaker is a mysterious man whose scarred face is never fully
visible beneath his long hair and crooked top hat. He tends to punctuate his
words with sweeping gestures and creepy giggles, and spends a considerable deal
of time inside of coffins. He takes joy in frightening others, as he
intentionally acts in a disconcerting manner to provoke a reaction. Undertaker
frequently refers to the deceased as his "guests," and it is his
hobby to remove organs from his "guests" for research.
KISUKE URAHARA - BLEACH
Kisuke is a tall,
lean-built man with light skin and gray eyes. His hair is messy and light-blond
(almost pale), with strands framing the sides of the face and hanging between
his eyes, and he has chin stubble. He wears a dark coat, which sports a white
diamond pattern along its bottom half, with a dark green shirt and pants
underneath. His coat's design is reminiscent of an inverted captain's haori
(white with black diamonds). Urahara carries a fan, which he occasionally uses
to hide his face. He usually wears traditional Japanese wooden sandals (geta)
and a striped dark green and white bucket hat (which usually shadows his eyes),
which has earned him the nickname "sandal-hat"
Though usually a
laid-back, jovial, humble and eccentric man, Urahara shows a deceptively
cunning and serious side when the situation warrants it. He commonly uses idle
conversation and outward concern to distract his opponents.[2] Despite his
care-free attitude, he always speaks politely, but is sometimes sarcastic.
Yoruichi Shihōin notes he tends to go over the top with whatever he becomes
passionate about. He has described himself as a "mere honest, handsome,
perverted businessman."
Approximately 110
years ago, Urahara's personality was slightly opposite of what it is in the
present. During his earlier years as a captain, he was viewed as a nervous,
flustered, and quiet person. Somewhat unsure of himself, he lacked confidence
in his ability to be a good leader. In addition, he was occasionally confused
with how to deal with his division.
Urahara can usually be
found near the scene of an important event, but he rarely intervenes in
situations, preferring to stay on the sidelines. He often knows more
information than he lets on, and despite being a major player in the situation,
he acts only as a catalyst, having others do the work for him.
SHIKAMARU NARU - NARUTO
Shikamaru is an
extremely unenthusiastic person, and as such lives his life avoiding work. This
is partly due to him seeking paths of least resistance, as he often chooses to
do things he would otherwise not do if people nag him enough. In his free time
he typically takes naps, watches clouds, and plays strategy games such as Shogi
and Go. When put into a situation where he potentially needs to put effort into
something, he attempts to try to find a way to avoid it such as forfeiting a
battle or by pretending to be preoccupied with something else. In the instances
where he can not avoid these situations, Shikamaru tends to remark "how
troublesome."
Despite his lazy tendencies, Shikamaru is extremely
intelligent. His teacher, Asuma, found Shikamaru to have an IQ of over 200, and
learned that Shikamaru's poor grades were a result of him finding lifting a
pencil to be too much work for him. Nevertheless, Shikamaru works very well
with his teammates, as their fathers were teamed together in their youth. Of
his teammates, Shikamaru is closest with Chouji, who repays Shikamaru's
confidence in him with unyielding loyalty. Shikamaru also has a strong bond with
Asuma, often spending time with him playing strategy games. After Asuma's
death, he even vows to protect Asuma and Kurenai's unborn child for his
teacher's sake. Shikamaru has stated that he will make the child his apprentice
someday.
One of Shikamaru's more distinctive characteristics is that he
finds all women to be bossy and "a pain." Contrary to this opinion,
he has expressed a notably mature interest in marriage and raising a family
with a son and daughter. Ironically, Shikamaru seems to constantly find himself
surrounded by the very same strong-willed and bossy women he dislikes. In
addition to his own mother, and being surrounded by bossy females, he usually
ends up fighting against such women. Shikamaru has had a number of his
appearances coincide with those of Temari. When they make their Part II debut
together, Naruto Uzumaki asks if they are on a date, though both Shikamaru and
Temari state that this is not the case.
When the need arises, Shikamaru is quick to abandon his lazy
nature and act appropriately to complete a mission or save his teammates. Using
his Shadow Imitation Technique, the signature technique of his clan, he can
capture the shadow of an opponent to either keep them immobilized or force them
to mimic his movements. This ability causes Shikamaru to frequently take the
task of stalling enemies so that his comrades can get to safety or to simply
buy time. Although this role puts him in a dangerous position once he can no
longer stall the opponent, Shikamaru is willing to serve it, feeling that
sacrificing his life to ensure the safety of his friends is worth it. He then
considers every element that is relevant to the situation at hand and analyzes
the information to its fullest, planning out a battle ten moves in advance and
devising over a hundred strategies to use against an opponent. This combination
of intelligence and dedication to his teammates causes Shikamaru to become the
first of the primary Konoha Genin to advance to the rank of Chunin.
ANNIE LEONHART - SHINGEKI NO KYOJIN
Annie Leonhart,
formerly a member of the 104th Trainees Squad who later enrolled in the
Military Police Brigade after their graduation, is a Titan Shifter and a member
of a mysterious organization keen on destroying the Walls for unknown reasons.
Annie is considered a
solitary, stoic type and friendships don't come easily. She is apathetic and
somnolent with little desire to put in any effort into meaningless disciplines
or activities, and instead focuses exclusively on making it into the Military Police
to obtain an easy life. Yet, somehow she does seem to hold some strange
fascination with people that hold a deep sense of duty and righteousness -- in
those people who do care and who can devote their lives and even die for
something.
CANA ALBERONA - FAIRYTAIL
Cana is a tall, slim, young woman with an ample bust and tan
skin. She has long, mid-back length brown hair with varying shades of color,
having been seen as bright brown, black,and, ultimately, plain brown.
Cana has a great love for alcoholic beverages such that it
borders on addiction. Oftentimes, she is often seen drinking directly from a
large beer barrel. She started drinking at the age of thirteen, two years
before the legal age, and the frequency of her drinking has grown to the point where
thirty percent of Fairy Tail's liquor budget goes down her throat. Despite her
drinking and somewhat laid-back attitude, Cana is one of the more serious
members of the guild: she hardly ever goofs off (except when she's drinking),
unlike the majority of the other members.
VAN HOHENHEIIM - FULL METAL ALCHEMIST
One of miror characters of action-sci fi anime Fullmetal
Alchemist is a ancient and extremely powerful Alchemist who had tragic past and
connection with Father. In the Fullmetal Alchemist manga he is refered to as
"Van Hohenheim," not Hohenheim Elric. As Edward Elric points out in
book 14 of the Fullmetal Alchemist manga, "Elric is my mother's
name!"
Hohenheim is a fairly
tall, broad-shouldered gentleman with the appearance of a man of relatively
healthy middle-age. He wears his long, golden-blond hair in a loose,
shoulder-length ponytail with two or three loose strands of hair falling over
his brow and sports a full Donegal-style beard on his square jaw. He also wears
spectacles over his golden eyes, though whether or not he needs them is
unknown. He has been described as "very handsome" by several women
over the course of the series. In the manga, Hohenheim frequently wears a white
dress shirt and tie under a black vest with matching slacks and a brown
overcoat. In his youth, Hohenheim looked much like his son Edward, save for
slightly increased height and a slightly more pronounced jaw.
In the 2003 anime
series, Hohenheim sports a slightly doughier build, a softer jawline and darker
hair.
Though Hohenheim's
devotion to Alchemy and the mysterious circumstances under which he was
witnessed abandoning his young family gave the man the impression of being
cold, he is an unexpectedly softhearted, kindly individual who is quick to give
compliments but loath to accept them. Hohenheim appears to care very little for
his own well-being, much less his dignity, and is therefore often put in
situations that give him the impression of being goofy or eccentric, adding
greatly to the series' comic relief. Slow to anger and apparently a bit of a
pacifist, Van Hohenheim would much rather talk out disputes than fight,
frequently doing so even while he himself is under vicious attack. Chief among
his personality traits appears to be his hopeless romanticism, given his
propensity for spouting sappy lines about his love for Trisha Elric, his
readiness to weep openly over her and his charming treatment of women in
general. Van Hohenheim lacks the ambition of others, clearly content to take
his time dealing with things that do not demand urgency, but in his youth had a
hair-trigger temper much like that of his son, Edward, and became irrationally
angry when taunted for his ignorance.
TOMBO KOPOLİ
Tombo Kopoli, a
fourteen-year-old boy in the city where Kiki settles. He is obsessed with
aviation, is a member of a club building a human-powered aircraft, and is at
first intrigued only by Kiki's ability to fly. He later becomes her friend,
although it is obvious that she awes him. (It is not clear, at least to an
English-speaker, whether "Kopoli" is intended as a given name or
family name. "Tombo", according to the novel, is a nickname, Japanese
for "dragonfly".)
Tombo is a 13 year old
boy. He has light brown hair and brown eyes. He wears a red and white striped
shirt and blue pants. He also wears glasses.
You're so lucky, Kiki. I wish I could fly. People like you can
just fly away on a broomstick.
1948 yılında kabul
edilen “İnsan hakları Evrensel Bildirgesi” insanların doğduğu andan itibaren
sahip olduğu kişisel hak ve özgürlükleri korumayı amaçlar. BM şekillendirdiği
şekilde insan hakları altı temel sözleşme ile temellenir. Bu sözleşmeler;
Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel
Haklar Uluslar arası sözleşmesi, İşkenceye Karşı Sözleşme, Irk Ayrımcılığının
Önlenmesi Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ve son olarak
Çocuk Hakları Sözleşmesi’dir.
Bu İnsan Hakları
Evrensel Sözleşmesi ve onu temellendiren altı sözleşme bütün dünya ülkelerinde
insan hakları sorunu olduğu göz önüne alınırsa hayati bir öneme sahiptir. Bu
hayati öneminden dolayı, insan hakları ihlallerinin önlemesi her ne kadar belli
bir anlaşma ile yerine getirilmesi gereken kurumsal bir görev gibi gözükse de
aslında görevden çok her bireyin insanca bir yaşam sürebilmesi için gerekli
olan temel ihtiyaçlarından birisidir.
67.ci yıldönümünü
kutladığımız İnsan Hakları Evrensel Bilgesi, görüldüğü gibi insanların insanca
bir hayat sürebilmeleri için uzun süren mücadeleler sonucunda imzalanmıştır. Bildirgenin
evrenselliği; tüm insanların insan oluşlarından ötürü ırkına, rengine, cinsiyetine,
dini ve siyasi görüşüne bakılmaksızın tüm hak ve özgürlüklerden faydalanışını
savunmasındandır. Yani başka bir deyişle, bu bildirge; tüm dünya devletleri
tarafından ortak değerler olarak kabul gören insan ilkelerini yansıtır.
Aradan geçen 67 yıldan
sonra bile bu bildirge evrenselliğini ve insanlar için temel ihtiyaç olma
özelliğini aynen korumaktadır. Dürüst olmak gerekirse, gelişen ve değişen dünyanın,
hayatın içinde geçen zamanla birlikte bu bildirgeye, ihtiyacın daha da arttığı
gözler önündedir. İhtiyaç duyulan bu bildirgenin savunduğu insan haklarını
korumanın ilk koşulu şüphesiz ki, insan haklarının ve tek tek hakların neler olduğunu
bilmek ve gerçek anlamlarıyla kavramaktır.
İnsan hakları
ihlalleri bilmemekten ve gerçekten kavrayamamaktan doğmaktadır. İhlallere son
verebilmek için, insan olmanın ne demek olduğunu bilmek, bildikten sonra ise
kendini önce kendine sonra da çevremize insan olarak ilan etmek gerekmektedir.
İnsanın ne olduğunu bilmesi ve kendini kendine ve çevresine insan olarak ilan
etmesiyse felsefenin alanına girmektedir. Felsefe, tıpkı İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi gibi insanı temel almasının yanı sıra insanın /insanlığın onurunun
nerede tehlikeye düştüğünü gösterebilecek bakış açısını kazandırma özelliğini
taşımaktadır. Yaygın ama bulanık insan
hakları kavramını kavramak ve uygulamak için felsefeden filozoflardan faydalanırsak
insan haklarını gerçek anlamıyla kavrayabilir ve ihlalleri yok denecek kadar
azaltabiliriz.
Bizlerin, insanca özgür
eşit bir hayat sürmemiz içim hazırlanmış olan bu Evrensel Bildirge’ye ve tabiî
ki haklarımıza sahip çıkmak yine her şey de olduğu gibi biz insanların elinde… Yaşadığımız
hayatın, varlığımızın, haklarımızın sorumluluğunu alarak yaşadığımız / yaşayacağımız Dünya İnsan Hakları Günümüz
kutlu olsun J
Ever wonder why so many adults find those weird Japanese cartoons appealing? It’s not just you. “Normal” adults in Japan think it’s weird, too.
However, anime otaku (people who are totally obsessed with something – in this case – anime) tend to be highly satisfied in life
BECAUSE
1.They’re immersed in vivid colors regularly
Many anime shows have distinctive art styles that incorporate colors in beautiful and vibrant ways. Being exposed to all of these colors regularly can positively impact your mood or maybe even help you pay attention to the vibrant colors around you in your daily life.
True, not all anime have bright, vibrant colors. Some anime are meant to be dark and depressing. But regardless of what exactly the color scheme of a show is, you can count of the fact that it will suck you into whatever world of colors its artists chose to rely on.
2.They learn new things often
While there are Chinese and Korean anime-like shows, a typical anime is Japanese. Anime fans come from all corners of the globe, so for anyone not Japanese, anime can actually be rather educational.
You learn a little bit about Japanese culture regardless of what anime you are watching, and if you watch the subbed versions of anime (the version in Japanese with English subtitles), you can also learn phrases and single words in Japanese.
3.They exercise their imaginations
You kind of have to have an imagination to get into anime in the first place. Most shows feature really crazy concepts and alternate universes that you just can’t view realistically.
Anime nerds are used to jumping into highly fictionalized shows and use their imaginations much more regularly than your average person. As a result, they’re generally much more creative and open minded than others.
4.They explore meaningful concepts regularly
Despite the rather unrealistic nature of most anime, many shows teach viewers a lesson or explore at least one major thematic issue central to human existence. For example, Full Metal Alchemist Brotherhood explores the themes of kinship, death and corruption. Sword Art Online explores how we construct our perceptions of reality and what makes one reality the true one.
5.They really value friendship
Of the core concepts discussed in anime, friendship is often one of them. Many shows place emphasis on how rare a truly good friend is, and this makes many anime nerds really appreciate the good friends they have.
6. They always have the perfect cure for a bad day
I think just about everyone has had a terrible day at some point. One of those days when you don’t feel like dealing with anyone or anything.
Anime is perfect for those kinds of days. Regardless of what you feel like watching, there’s bound to be an anime to fit the way you feel.You can easily find something to inspire you with hope, or something to cater to your bad mood.
7.They know that nothing is impossible
One of the best parts about watching anime is how often a show can surprise you. Sometimes for the better; sometimes for worse. But if anime nerds know one thing, it’s that anything is possible.
8.They’re comfortable with being “weird”
Unless you also watch anime, you probably think anime nerds are a little bit weird.
That’s okay, we kind of understand because very few of us were born watching anime. Most of us also thought it was weird at one point or another so, in a way, we can sympathize with you.
Anime nerds are used to being called weird and many of us are actually much more comfortable with ourselves because of it.
Sağlam bilgiye
ulaşmak için şüpheyi yol gösterici olarak gören Fransız filozof, matematikçi, yazar
Rene Descartes’in günümüze kadar gelen etkileri sandığımızdan çoktur. Özellikle
Türk milletinin felsefeden, düşünmekten sorgulamaktan uzak, günü kurtarmaya
yönelik yaşayış şeklinin kökeni şaşırtıcı derece de “düşünüyorum öyleyse varım”
aforizmasıyla bilinen filozof Rene Descartes felsefesiyle benzeşmektedir.
Düşünmekten kaçınan bir toplumun nasıl olur da “düşünüyorum
öyleyse varım” diyen bir filozofun felsefesiyle yolları kesişir?
Modern felsefenin
babası olarak ünlenen dahi Fransız filozof Descartes, matematikçi yönüyle evrenin
saat gibi işlediğini bilir ve bu evreni inceleyip evren üzerine düşünürken de
keyfi bir şekilde düşünemeyeceğini; düşünmenin de bir yöntemi olması gerektiği
noktasına varır. Buradan yola çıktığında ise arayışı bellidir; “bilgi için
sağlam bir zemin”. Bilgi için öyle sağlam bir zemin bulmayı ister ki her şey onun
bulacağı bu temel zemin üzerine kurulmalı ve hiç sarsılmamalıdır.
Gerek çevresel, gerek
kendi deneyimlerinden gördüğü kadarıyla algılarımızın ve duyumlarımızın çok
kişisel oluşundan dolayı evrensel olamayacağında karar kılar. Tanrı, doğa, etrafımızdaki cisimler ve hatta
rüyalarımızın bile kişisellikten sıyrılamadığıyla da yüzleştikten sonra Descartes,
bu sağlam zeminli evrensel bilgiye salt akılla ulaşabileceğini düşünür.
Değişmeyen tek şey düşünmek ve şüphe etmekti r; “ Düşünüyorum öyleyse varım” sözünü
o andan itibaren felsefesinin değişmez sağlam temeli haline getirir.
Kendini ve insanı “düşünen
ve düşündükçe var olan bir varlık” olarak gören Descartes çok geçmeden ayrılmaz
bir parçamız olan bedenin işlevini merak eder. Bedenin düşünen varlıkla bağını
kuramadıkça onu ayrıştırır. Bedeni; ihtiyaçları olan, acıkan, susayan, yorulan
ve tahrik olan şehvetli, kirli bir ayrık parça; yani beyinle kontrol edilmesi
gereken mekanik bir yapı olarak görür.
Bu felsefe, “Kartezyen
ayrım” olarak felsefe tarihine geçmiştir.
Bu Kartezyen Ayrım; Felsefeden ve sorgulamaktan uzak
toplumlarda ve insanlarda (Türk toplumu gibi ) oldukça yaygın şekilde varlığını sürdürmektedir.
Bizim Descartes ile benzeştiğimiz nokta tam olarak burasıdır.
“Kartezyen Ayrım”, günlük hayatımızın her anında “Ötekileştirme”
olarak ortaya çıkar. Descartes’in felsefesindeki “Kartezyen ayrık” o zamandan
bugüne varlığını “Modern Ayrık” olarak sürdürmekte
ve bizler Türk toplumu olarak; felsefeden
ve düşünmekten uzak yaşamakla birlikte, içimizde Descartes’in insanı sadece
bilen düşünen varlık ilan edişiyle ortaya çıkan “Kartezyen Ayrık”ın canlı örnekleri
olarak yaşamaktayız.