Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), 21 Şubat’ı Uluslararası Anadil Günü olarak kabul etmiştir. Dünya Uluslar arası Anadil günü, uluslararası uzlaşıyı, kültürel çeşitliliği ve çok dilliliği desteklemeyi amaçlamaktadır.
Günün tarihi önemi, 1952'de Pakistan'ın Urdu dilinin Bangladeş halkının da resmi dili olduğunu deklare etmesine tepki olarak ortaya çıkan Bengal Dil Hareketi eylemliliklerine ve bu eylemlerin şiddetle bastırılmasına dayanmaktadır. 21 Şubat 1952, Bangladeş'in başkenti Daka'da, Bengal Dil Hareketi mensubu birçok öğrencinin Bengal alfabesiyle yazabilme ve Pakistan'ın Bengal dilini de resmi dil olarak tanıması talepleriyle yapılan bir protesto sırasında öldürüldükleri güne denk düşmektedir.
UNESCO raporuna göre; Dünya'da 2500, Türkiye'de ise 18 dil kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya... 100 yıl içerisinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacaksa o dilin varlığının tehlikede olduğu kabul edilmektedir. Kaybolma ihtimali taşıyan bir dilin kültürünü yanında götüreceğini düşünüldüğünde 21 Şubat Uluslar arası Anadil Gününün kabul edilmesinin önemi ve gerekliliği anlaşılmaktadır.
UNESCO tarafından yayınlanan atlasa göre Dünya'da 2 bin 473 dil kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya… Türkiye'de de 18 dil için aynı durum söz konusu… UNESCO tehlike altındaki dilleri; ''kırılgan'' (vulnerable), ''açıkça tehlikede'' (definitely endangered), ''ciddi anlamda tehlikede'' (severly endangered), ''son derece tehlikede'' (critically endangered) ve ''kaybolmuş'' (extinct) kategorileri altında ele almayı tercih etmektedir.
Dilin ''kırılgan'' olması, birçok çocuk tarafından konuşulmasına rağmen bu kullanımın ev gibi belirli alanlarla sınırlandırıldığı anlamına gelmekte… Türkiye'deAbhazca, Adigece, Kabartayca-Çerkesçe ve Zazaca gibi diller''kırılgan'' diller arasında sıralanmakta…
''Açıkça tehlikede'' olan dillerin çocuklar tarafından anadil olarak öğrenilme oranı da oldukça düşük… Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Batı Ermenicesi ''açıkça tehlikede'' olan dillerden…
''Ciddi anlamda tehlikede'' olan diller toplumun yaşlı kesimi tarafından konuşulan, orta-yaşlı kesim tarafından anlaşılan ama çocuklara öğretilmeyen dilleri içermektedir. Bu sınıflandırmaya göre Gagauzca, Ladino ve Turoyo ciddi anlamda tehlikede…
''Son derece tehlikede'' olan dillerin ise sadece toplumun yaşlı kesimi tarafından nadiren konuşulduğu tespit edilmiş durumda… Türkiye'de bu kategoriye giren tek dil Hertevin. Kapadokya Yunancası, Ubıhça ve Mlahso da Türkiye'nin kaybolmuş dilleri arasında yer almakta.
Her toplum, her birey kendi anadiliyle düşünmeyi, konuşmayı yazmayı ve tabi ki anadiliyle birlikte kendi kültürünü yaşatma hakkına sahiptir. Her ne kadar İngilizce kadar yaygınlaşmış ikinci diller olsa da, her toplum kendini en iyi şekilde anadilinde, kendi kültüründe ifade edebileceği unutulmamalıdır.
Hayatımız boyunca bizi üzen sinirlendiren, üzen hatta ağlatan birçok olay yaşarız. Bu olaylar bizim özel yaşantımızla veya toplumsal yaşantımızla bağlantılı olabilir. Bu olayları genellikle ilk yaşandığımızda her ne kadar sinirlenmiş üzülmüş ve hatta ağlamış dahi olsak unutarak geride, geçmişte bırakmaya çalışırız her ne kadar özel hayatımızı veya toplumsal yaşantımızı sarsmış dahi olsa… Geçmişte bırakmaya çalıştığımız olaylardan hala yaşadığımızı gördüğümüzde geride bırakamadığımızı görmek zorunda kalırız ve işte o zaman çocukların ve çocukken bizim de en çok sorduğu soruyu bizde sormaya başlarız.
NEDEN? NEDEN? NEDEN?
Soruş şekillerimiz kişiye göre değişkenlik gösterse de özünde aynıdır. Neden hep üzülen ben oluyorum? Neden hep ağlayan benim? Gibi soru ve soru çeşitleri…
İlk olarak kişisel bir yaşanmışlıktan yola çıkarak sorulmaya başlanan “neden” sorusu zamanla herkesi ilgilendiren toplumsal olaylara da sorulmaya başlanır. Kişisel olarak sorup da bulduğumuz cevaplar bizleri yaşadığımız toplumdaki sorulara ve tabii ki cevaplara yöneltir. Özelimizde yaşadığımız sorunların ve tabii ki onların çözümlerinin yaşadığımız toplumla, o toplumun yapısıyla bağlantılı olduğunu fark ederiz. Kendi kişisel sorularımızın ve sorunlarımızın artık benzer şekillerde tekrar tekrar yaşanmasını istemediğimizde bu farkın farkına varabiliriz.
NEDEN? NEDEN? NEDEN?
Bu kez toplumsal boyutta sorduğumuz bu sorunun cevaplanması sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü kalıplaşmış sertleşmiş bütün toplumun yapısıyla ve o toplumun her bir bireyiyle bütünleşmiş yıkılması zor bir duvarı ardındadır cevaplar…
Çocukların en çok sorduğu “neden” sorusunu sorduğumuz gibi cevabını da çocuklar sayesinde bulmayı denersek belki zorluğu azaltabiliriz;
“İki grup çocuk düşünelim. Bu iki grup çocuğun, sokağın ortasındaki mini minnacık, bakımsız, pis belki hasta ama bir o kadar da sevimli kediye doğru gitmekteler. Bir grup çocuk kedinin pisliğinden bakımsızlığından ve hasta oluşundan korkarak ona yaklaşmakta tereddüt ederler. Diğer gruptaki çocuklar ise, sadece kedinin pis bakımsız olduğunu sevilmek beslenmek istediğini düşünürler ve ona yaklaşmakta hiç tereddüt etmezler. Tereddüt eden çocuk grubu, tereddütsüz olan çocuk grubunu ikna etmek ister. İkna edilme çabası ile karşılaşan tereddütsüz grup da boş durmaz tereddüt eden grubu ikna etmeye çalışır. Kim kimi ikna edecektir? Kendilerini ve diğer gruptakileri koruduğunu sanan ama aslında korkan ve korkutan tereddütlü çocuk grubu mu? Korkmadığı gibi korkutmayan tereddütsüz çocuk grubu mu?
Kimin kimi ikna edebildiği bizim kişisel yetiştiğimiz yaşadığımız hayat ve ortam kadar toplumu da yansıtır. Korkmayan ve korkutmayan tereddütsüz çocuk grubunun ikna edebildiğini düşünüyorsanız korkuya ve baskıya dayalı bir toplumda ve ortamda yaşamıyorsunuz demektir. Tam tersini düşünüyorsanız korkutularak baskılanan bir toplumda ve ortamda yaşıyorsunuz demektir. Hangi çocuk grubunun ikna ettiğini düşünüyorsanız yaşadığınız toplumda da, özel hayatınızda da temel de o grubun temel aldığı etkileri taşıyorsunuz demektir. Bu temel etkiler de yaşadığınız toplumun olduğu kadar kişisel özel yaşantınızın da tekrarlanan sorunlarının temeli olabilir…
GREENSEA
Indian
nationalist leader Mohandas Karamchand Gandhi, more commonly known as Mahatma
Gandhi, was born on October 2, 1869, in Porbandar, Kathiawar, India, which was
then part of the British Empire. His father, Karamchand Gandhi, served as a
chief minister in Porbandar and other states in western India. His mother,
Putlibai, was a deeply religious woman who fasted regularly. Gandhi grew up
worshiping the Hindu god Vishnu and following Jainism, a morally rigorous
ancient Indian religion that espoused non-violence, fasting, meditation and
vegetarianism.
Young Gandhi was a shy, unremarkable
student who was so timid that he slept with the lights on even as a teenager.
At the age of 13, he wed Kasturba Makanji, a merchant’s daughter, in an
arranged marriage. In the ensuing years, the teenager rebelled by smoking,
eating meat and stealing change from household servants.
In 1885,
Gandhi endured the passing of his father and shortly after that the death of
his young baby. Although Gandhi was interested in becoming a doctor, his father
had hoped he would also become a government minister, so his family steered him
to enter the legal profession. Shortly after the birth of the first of four
surviving sons, 18-year-old Gandhi sailed for London, England, in 1888 to study
law. The young Indian struggled with the transition to Western culture, and
during his three-year stay in London, he became more committed to a meatless
diet, joining the executive committee of the London Vegetarian Society, and
started to read a variety of sacred texts to learn more about world
religions.
Upon returning to India in 1891,
Gandhi learned that his mother had died just weeks earlier. Then, he struggled
to gain his footing as a lawyer. In his first courtroom case, a nervous Gandhi
blanked when the time came to cross-examine a witness. He immediately fled the
courtroom after reimbursing his client for his legal fees. After struggling to
find work in India, Gandhi obtained a one-year contract to perform legal
services in South Africa. Shortly after the birth of another son, he sailed for
Durban in the South African state of Natal in April 1893.
SPIRITUAL
AND POLITICAL LEADER
When
Gandhi arrived in South Africa, he was quickly appalled by the discrimination
and racial segregation faced by Indian immigrants at the hands of white British
and Boer authorities. Upon his first appearance in a Durban courtroom, Gandhi
was asked to remove his turban. He refused and left the court instead. The
Natal Advertiser mocked him in print as “an unwelcome visitor.”
A seminal moment in Gandhi’s life
occurred days later on June 7, 1893, during a train trip to Pretoria when a
white man objected to his presence in the first-class railway compartment,
although he had a ticket. Refusing to move to the back of the train, Gandhi was
forcibly removed and thrown off the train at a station in Pietermaritzburg. His
act of civil disobedience awoke in him a determination to devote himself to
fighting the “deep disease of color prejudice.” He vowed that night to “try, if
possible, to root out the disease and suffer hardships in the process.” From
that night forward, the small, unassuming man would grow into a giant force for
civil rights.
Gandhi formed the Natal Indian
Congress in 1894 to fight discrimination. At the end of his year-long contract,
he prepared to return to India until he learned at his farewell party of a bill
before the Natal Legislative Assembly that would deprive Indians of the right
to vote. Fellow immigrants convinced Gandhi to stay and lead the fight against
the legislation. Although Gandhi could not prevent the law’s passage, he drew
international attention to the injustice.
After a brief trip to India in late
1896 and early 1897, Gandhi returned to South Africa with his wife and two
children. Kasturba would give birth to two more sons in South Africa, one in
1897 and one in 1900. Gandhi ran a thriving legal practice, and at the outbreak
of the Boer War, he raised an all-Indian ambulance corps of 1,100 volunteers to
support the British cause, arguing that if Indians expected to have full rights
of citizenship in the British Empire, they also needed to shoulder their
responsibilities as well.
Gandhi continued to study world
religions during his years in South Africa. “The religious spirit within me
became a living force,” he wrote of his time there. He immersed himself in
sacred Hindu spiritual texts and adopted a life of simplicity, austerity and
celibacy that was free of material goods.
In 1906, Gandhi organized his first
mass civil-disobedience campaign, which he called “Satyagraha” (“truth and
firmness”), in reaction to the Transvaal government’s new restrictions on the
rights of Indians, including the refusal to recognize Hindu marriages. After
years of protests, the government imprisoned hundreds of Indians in 1913,
including Gandhi. Under pressure, the South African government accepted a
compromise negotiated by Gandhi and General Jan Christian Smuts that included
recognition of Hindu marriages and the abolition of a poll tax for Indians.
When Gandhi sailed from South Africa in 1914 to return home, Smuts wrote, “The
saint has left our shores, I sincerely hope forever.”
FIGHT FOR
INDIAN LIBERATION
After spending
several months in London at the outbreak of World War I, Gandhi returned in
1915 to India, which was still under the firm control of the British, and
founded an ashram in Ahmedabad open to all castes. Wearing a simple loincloth
and shawl, Gandhi lived an austere life devoted to prayer, fasting and
meditation. He became known as “Mahatma,” which means “great soul.”
In 1919, however, Gandhi had a
political reawakening when the newly enacted Rowlatt Act authorized British
authorities to imprison those suspected of sedition without trial. In response,
Gandhi called for a Satyagraha campaign of peaceful protests and strikes.
Violence broke out instead, which culminated on April 13, 1919, in the Massacre
of Amritsar when troops led by British Brigadier General Reginald Dyer fired
machine guns into a crowd of unarmed demonstrators and killed nearly 400
people. No longer able to pledge allegiance to the British government, Gandhi
returned the medals he earned for his military service in South Africa and opposed
Britain’s mandatory military draft of Indians to serve in World War I.
Gandhi became a leading figure in the
Indian home-rule movement. Calling for mass boycotts, he urged government
officials to stop working for the Crown, students to stop attending government
schools, soldiers to leave their posts and citizens to stop paying taxes and
purchasing British goods. Rather than buy British-manufactured clothes, he
began to use a portable spinning wheel to produce his own cloth, and the
spinning wheel soon became a symbol of Indian independence and self-reliance.
Gandhi assumed the leadership of the Indian National Congress and advocated a
policy of non-violence and non-cooperation to achieve home rule.
After British authorities arrested
Gandhi in 1922, he pleaded guilty to three counts of sedition. Although
sentenced to a six-year imprisonment, Gandhi was released in February 1924
after appendicitis surgery. He discovered upon his release that relations
between India’s Hindus and Muslims had devolved during his time in jail, and
when violence between the two religious groups flared again, Gandhi began a
three-week fast in the autumn of 1924 to urge unity.
THE SALT
MARCH
After
remaining away from active politics during much of the latter 1920s, Gandhi
returned in 1930 to protest Britain’s Salt Acts, which not only prohibited
Indians from collecting or selling salt—a staple of the Indian diet—but imposed
a heavy tax that hit the country’s poorest particularly hard. Gandhi planned a
new Satyagraha campaign that entailed a 390-kilometer/240-mile march to the
Arabian Sea, where he would collect salt in symbolic defiance of the government
monopoly.
“My ambition is no less than to
convert the British people through non-violence and thus make them see the
wrong they have done to India,” he wrote days before the march to the British
viceroy, Lord Irwin. Wearing a homespun white shawl and sandals and carrying a
walking stick, Gandhi set out from his religious retreat in Sabarmati on March
12, 1930, with a few dozen followers. The ranks of the marchers swelled by the
time he arrived 24 days later in the coastal town of Dandi, where he broke the
law by making salt from evaporated seawater.
The Salt March sparked similar
protests, and mass civil disobedience swept across India. Approximately 60,000
Indians were jailed for breaking the Salt Acts, including Gandhi, who was
imprisoned in May 1930. Still, the protests against the Salt Acts elevated
Gandhi into a transcendent figure around the world, and he was named Time
magazine’s “Man of the Year” for 1930.
TO ROAD
TO INDEPENDENCE
Gandhi
was released from prison in January 1931, and two months later he made an
agreement with Lord Irwin to end the Salt Satyagraha in exchange for
concessions that included the release of thousands of political prisoners. The
agreement, however, largely kept the Salt Acts intact, but it did give those
who lived on the coasts the right to harvest salt from the sea. Hoping that the
agreement would be a stepping-stone to home rule, Gandhi attended the London
Round Table Conference on Indian constitutional reform in August 1931 as the
sole representative of the Indian National Congress. The conference, however,
proved fruitless.
Gandhi returned to India to find
himself imprisoned once again in January 1932 during a crackdown by India’s new
viceroy, Lord Willingdon. Later that year, an incarcerated Gandhi embarked on a
six-day fast to protest the British decision to segregate the “untouchables,”
those on the lowest rung of India’s caste system, by allotting them separate
electorates. The public outcry forced the British to amend the proposal.
After his eventual release, Gandhi
left the Indian National Congress in 1934, and leadership passed to his protégé
Jawaharlal Nehru. He again stepped away from politics to focus on education,
poverty and the problems afflicting India’s rural areas.
As Great Britain found itself
engulfed in World War II in 1942, though, Gandhi launched the “Quit India”
movement that called for the immediate British withdrawal from the country. In
August 1942, the British arrested Gandhi, his wife and other leaders of the
Indian National Congress and detained them in the Aga Khan Palace in present-day
Pune. “I have not become the King’s First Minister in order to preside at the
liquidation of the British Empire,” Prime Minister Winston Churchill told
Parliament in support of the crackdown. With his health failing, Gandhi was
released after a 19-month detainment, but not before his 74-year-old wife died
in his arms in February 1944.
After the Labour Party defeated
Churchill’s Conservatives in the British general election of 1945, it began
negotiations for Indian independence with the Indian National Congress and
Mohammad Ali Jinnah’s Muslim League. Gandhi played an active role in the
negotiations, but he could not prevail in his hope for a unified India.
Instead, the final plan called for the partition of the subcontinent along
religious lines into two independent states—predominantly Hindu India and
predominantly Muslim Pakistan.
Violence between Hindus and Muslims
flared even before independence took effect on August 15, 1947. Afterwards, the
killings multiplied. Gandhi toured riot-torn areas in an appeal for peace and
fasted in an attempt to end the bloodshed. Some Hindus, however, increasingly
viewed Gandhi as a traitor for expressing sympathy toward Muslims.
ASSASINATION
In the late afternoon of January 30, 1948, the 78-year-old
Gandhi, still weakened from repeated hunger strikes, clung to his two
grandnieces as they led him from his living quarters in New Delhi’s Birla House
to a prayer meeting. Hindu extremist Nathuram Godse, upset at Gandhi’s
tolerance of Muslims, knelt before the Mahatma before pulling out a
semiautomatic pistol and shooting him three times at point-blank range. The
violent act took the life of a pacifist who spent his life preaching
non-violence. Godse and a co-conspirator were executed by hanging in November
1949, while additional conspirators were sentenced to life in prison.
DEATH AND LEGACY
Even after his death, Gandhi’s commitment to non-violence and
his belief in simple living—making his own clothes, eating a vegetarian diet
and using fasts for self-purification as well as a means of protest—have been a
beacon of hope for oppressed and marginalized people throughout the world.
Satyagraha remains one of the most potent philosophies in freedom struggles
throughout the world today, and Gandhi’s actions inspired future human rights
movements around the globe, including those of civil rights leader Martin
Luther King Jr. in the United States and Nelson Mandela in South Africa. SOURCE
İnsan olmak sadece unutmamakla yetiniyor artık bu yeni Türkiye’de. “Unutmadık!” yazıyorsun, 3-5 afili şey yazıyorsun sosyal medya hesaplarına. Diğer gün aynı şeylere devam ediyorsun, nasıl olsa yarın unutmamış olman gereken başka birisi vardır. Davayı ve haberi takip etmene gerek yok. Nasıl unuttuysak öyle unutuyorsun. Gezi’yi, Soma’yı, Ermenek’i , Suruç’u , Ankara’yı, Roboski’ yi unuttuğumuz gibi. Kocaman harflerle yazarız bir de UNUTMADIK diye, utanmadan, arlanmadan. Unutuyoruz. Eğer bugün Metin Göktepe, Uğur Mumcu, Hrant Dink, Musa Anter gibi gazeteciler, onuruyla yaşayanlar olsaydık şimdi ne Can Dündar’ı ne de Erdem Gül’ü hapiste görürdük.
“Unutmadık!” yazamayacağım buraya çünkü bas baya unuttuğumuzu düşünüyorum birçok şeyi. Neleri unuttuğumuza gelince insan olmak başta olmak üzere onurlu olmayı, gazeteciliği, en önemlisi de onurlu gazetecilik yapmayı ve yapanlara yardım etmeyi diyebilirim. Çoktan unuttuk.
Unuttuk Metin Göktepe’yi, Uğur Mumcu’yu, Hrant Dink’i, Musa Anter’i…
Şimdilerde sadece anmaya çabalıyormuşuz gibi hissediyorum. Geçen bu süreçte neler yaptığımızı sorguluyorum. Olan bunca şeyin davasına yaşım bile yetmiyorken sadece bunu yapabiliyorum. Kendimi tam anlamıyla ne Fadime Göktepe’nin ne Rakel Dink’in ne de Güldal Mumcu’nun yerine koyabiliyorum.
Ama biz yine de Uğur Mumcu’nun dediği gibi unutmayalım. Unutmayalım onurlu yaşama çabasında olan her insanımızı, öldürülen gazetecileri, hayatını hep tehditlerle geçiren koca yürekli insanları, onların savundukları düşünceleri... Her gün onların yaşama isteğini biz taşıyormuşçasına en baştan, en iyisinden taşıyalım umut dolu yarınlarımızı.
“Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği yadsıyarak solculuk yapma gafletine düşen bir sol, Türkiye’de hiçbir zaman başarılı olamadı, olamaz da…
Türk milliyetçiliği Türk halkının alın terini yabancı çıkarlara karşı korumak demektir…“
"Kimi ölüler bize ne kadar yakın
Yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü..."
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.
“Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!”
BERNA LAÇİN : Bak, ben sana KÜBA'da neler yok anlatayım!
Küba’ya yaptığım yolculuk bir gezi değil, deneyim oldu benim için... Eşi benzeri olmayan tarihi ve yönetim sistemiyle, kimseye benzemeyen insanların ülkesi burası. Rom, puro, dans-müzik ve neşe... Buram buram “gerçek” zenginlik... Küba’yı anlamak için Küba’da neler yok bir göz atalım.
ÇOCUĞUM NE OLACAK' KORKUSU YOK İnsanın çocuğu için endişelenmemesinden daha büyük zenginlik yoktur herhalde. Bu ülkede daha kadın hamileyken, devletin kurduğu hamile merkezlerine gitme zorunluluğu var. 70’li yıllarda, hamile pilatesi başlatılmış bu merkezlerde, ayrıca çocuk bakımı için eğitim veriliyor. Doğan çocuk, devletin sayılıyor. Her tür sağlık ve eğitim hizmetini devlet karşılıyor. Eğitim de tabii ki eşit.
SAĞLIĞIN İÇİN ENDİŞELENMEK YOK 11 milyon nüfusluk küçük bir ada olan Küba, tıp alanında dünyada en üst sıralarda. Çocuk lösemisini yüzde 80 oranında tedavi edebilecek kadar ileriler. 30 bin doktor çalışıyor. Sadece kendi ülkelerine değil, tüm Güney Amerika ülkelerine sağlık hizmeti veriyorlar. Tabii ücretsiz!
AÇLIK YOK Devlet, karneyle her aileye ihtiyacı olan yiyeceği dağıtıyor. Tavuk, et, pirinç, patates, şeker... Kişi başı, karnı doyuracak miktar, devlet eliyle veriliyor. Elbette, çuval çuval değil. Örneğin; kişi başlı aylık 2 kilo kırmızı et veriliyor meselâ. Tavuk dersen o daha çok. Eh bizim ülkemizde asgari ücretle geçinen biri her ay kişi başı 2 kilo et yiyebiliyor mu acaba?!
İŞSİZLİK YOK Devlet herkese iş veriyor. Ve maaşlar arasında yüzde 3’ten fazla fark bulunmuyor. Doktor olmuşsun, garson olmuşsun pek fark etmiyor.
SOKAKTA YATAN EVSİZ YOK Bana en ilginç gelen bu oldu. “En gelişmiş” diye tanımladığımız ülkeler bile evsiz kaynarken Küba’da bir tane sokakta yatan insan yok.
KADINA ŞİDDET' YOK! Zaten genel olarak kavga-dövüş-bağırış-çığırış yok. Korna çalan bile yok. Hani, belediye suyuna sakinleştirici karıştırıyorlar diyeceğim ama belediye suyu da yok. Her yer doğal kaynak ve su fışkırıyor. Dönelim şiddete; elbette ufak tefek olaylar oluyormuş ama bir kadına hafifçe dokunmanın cezası bile 5 yıldan başladığı için belki de, öyle şiddete filan rastlanmıyormuş. Hele “karısını öldüren kocalar var mı” sorusunu sorduğumda, bana sapıkmışım gibi bakmaya başladılar. “Nereden aklına geliyor böyle şeyler” dedi bana genç bir Kübalı kadın.
BOŞANMA YOK Çünkü evlenme de yok. Kübalılar genellikle resmi evlilik tercih etmiyor çünkü ayrılmak isterlerse işlemlerle uğraşmak istemiyor. Resmi imzaya gerek duymuyorlar çünkü boşanma sırasında paylaşılacak mal, mülk kısaca nafaka-miras gibi kavramlar yok. Zaten her şey devletin.
TER KOKAN KİMSE YOK Sabun-şampuan karneyle. Hepsi Küba malı. Fazladan almaya kalkarsan pahalı. Ama herkes tertemiz.
EĞLENCESİZ GÜN YOK Müzik ve dans her şeyleri. Sanki ibadet gibi. Her ân her yerde eğlence var. Sokaklarda, meydanlarda toplanıp, dans ediyorlar.
TARLALARDA ORGANİK OLMAYAN GIDA YOK Tavuk çiftliği yok meselâ. Bahçelerde yetişiyor tavuklar, ayağı toprağa değiyor. Tıpkı çocukluğumuzdaki tavuklar gibi lezzetli oluyor.
KAZIK YEMEK' KORKUSU YOK! E her işletme devletin. Çalışanlar da devlet memuru. Ama bizdeki öğretmen evleri gelmesin aklınıza. Örneğin, Hilton Otel, Devrim sonrası olmuş Küba Özgürlük Oteli. En görkemli şovlar, en güzel caz kulüpler aslında hep devlet işletmesi. Ayrıca, Küba’da turistler de devlet koruması altında. Turiste zarar vermek en büyük suçlardan biri.
PARA YOK! Evet para yok! Doktor, aylık 20 Euro karşılığı bir maaş alıyor. Hayır yanlış yazmadım; en yüksek maaş bizim paramızla aylık 60 lira. Az geldi değil mi! Şimdi “nasıl geçiniyorlar” diye düşünüyorsunuz. Ama işte elektrik de 0,50 kuruş. Ev kirası yok, sabundan yiyeceğe temel ihtiyaçlara para harcamak da yok. Hastane masrafı, eğitim masrafı yok! Çocuklara kalem almak bile yok. Lüks yok ama ihtiyaç da yok!
REKLÂM TABELASI YOK Asla yok. O yüzden Küba sokaklarını fotoğraflamak gibisi yok gerçekten
darling, we are the measure of
all things yet this will never
be the world you dreamed. trade not pleasures
for pleasures, pains for pains and know that
beauty neither hears nor sees.
and those who die
eagerly, stretching wings: they will sing most
and most beautifully. cry not for sorrow,
cast off mortal chains, believe our souls
will once again be freed.
believe more than
knowledge; wisdom's cruel sting reminds us that we
may never be clean. yet through all
this turmoil, each of these stains- remember that all
is not what it seems.
remember, darling,
while gazing at stars we will never be
what we never are.
Antik çağlardan günümüze kadar geçen zaman içinde, özellikle
de toplumu oluşturan bireyleri ileriye taşıyacak olan eğitim sisteminin gittikçe
rasyonalizmden (akılcılıktan) uzaklaştığını fark etmemek için kör olmamız
gerekiyor. Yani başka türlü ifade edersek, zamanın geçmesi, teknolojinin
gelişmesi, bizleri insanlıktan uzaklaştırıp kör robotlara dönüştürmekte…
Bilgilerin, bizlere
sanki insandan çok teknolojik bir cihaz, bir robotmuşuz gibi hafızamıza
yığıldığı bu çağda hangi yaşta olursak olalım hangi eğitimi görürsek görelim eninde
sonunda ezberlemek zorunda kalıyoruz. Öğrenmekten çok ezberleyerek sınavları
geçiyoruz, ilkokuldan liseden üniversiteden mezun oluyoruz. İlkokul lise
üniversite yüksek lisans gibi eğitim süreçleri süresince kendimize hayatta
işimize yarayabilecek sosyal ilişkiler ve değişik deneyimler katabiliyoruz peki
ya bilgiyi ne kadar katabiliyoruz?
Bugün, bunun cevabını
ezberci sistemle gittiğimiz sürece olumlu bir şekilde vermek oldukça zor. Oysa M.Ö
469’ a Sokrates’in yaşadığı çağa dönersek cevap apaçık şekilde rasyonalizmin
içinde görülebilmekte... Sokrates’in rasyonalizmine göre, bilgilerimiz
doğuştandır.
Yani, bir öğretmen
öğrencisine yeni bir şey öğretmez, öğretemez, sadece öğrencisine zaten bildiği
ruhunda gizlenen bilgileri açığa çıkartmasına yardımcı olabilir. Yardımcı olurken dikkat etmesi gereken sadece
bu açığa çıkarmanın yöntemidir. İroniyle yöntemini uygulamaya başlayan öğretmen
ilk olarak bir şeyler bildiğini sanan öğrencisine aslında hiçbir şey
bilmediğini gösterir. Hiçbir şey bilmediğini fark eden öğrencinin şaşkınlığına
aldırmaksızın sadece iyi bir öğretmenin başarabileceği maiotik yöntemle sorularını
sorar. Düşünmeye sorgulamaya iten sorularıyla öğretmen öğrencisinin ruhunda
gizlenen bildiği cevapları (bilgileri) açığa çıkarır. Öğretmenin sorgulamaya,
düşünmeye ve keşfetmeye iten maiotik soruları, bilgilerin saklandıkları yerlerden
çıkmaya zorlayan ezberin tersine öğretici doğurtma sanatının sorularıdır.
Sokrates günümüzde
hala etkisi olan bir İlkçağ filozofu olmasının yanı sıra çok iyi de bir
öğretmendir. Her tip insanın kendi kendine veya biriyle birlikte uygulayabileceği
ironi ve maiotikten ( doğurtma sanatı) oluşan diyalektik yöntemi bizlere bırakmıştır.
Sokrates’in bizlere
bıraktığı bu öğretici, insanlaştırıcı ilerlemeye yardımcı mirasın değerini
bilemeyip yerine ezberi koyduğumuz için söyleyebilecek pek sözüm olmasa da eğer
istersek doğuştan bizde olan bu yöntemi hatırlayıp uygulayarak yayabileceğimizi
yeniden doğurabileceğimizi umuyorum.
Tomek Zaczeniukwas
born in 1978, and he is a talented photographer and digital artist. He loves to
create parallel reality with help of photo-manipulation and music. In
these images two most powerful things are affecting one is image and second is
sound. He is brilliantly showing an imaginary world which has stunning nature
along with over size animals. Please have a look for your inspiration!
Today surreal portraits of animals by
Tomek Zaczeniuk will be presented. He is young talented artist who loves photo
manipulation and digital art to show his thinking. All portraits are unreal but
eye-catching as they precipitously fascinate viewers look at them.
Animals from Tomek Zaczeniuk’s eye;
Can you imagine life without animals?
I can’t. They are not only our best friends, but what is more important that
they are the necessary element of global nature balance. Without them we
couldn’t exist. It’s very sad that our activities around the world make their
lives so complicated, hard and dangerous. We have to do all we can to repair
everything what we have destroyed.
It’s not only about saving endangered species. I also
dream about the world in which all creatures could live in peace with human
kind. Is it possible? I hope so. Just imagine, if the last plant died – we all
would die. If animals were gone – we all would be gone as well. Is it so hard
to understand this parallel?
In these images, I decided to use animals as the main
characters. They are so much better than humans. It’s my own way to say “Thank
you, mother nature, for giving me a place to live.”